13.asır İslâm düşüncesi / Tasavvufun altın çağı
Ekrem Demirli‘nin “Tasavvufun Altın Çağı Konevî ve Takipçileri (Sufi Kitap,1.Baskı:2015) kitabının ilk birkaç sayfasından yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“İbnü’l-Arabî ve Sadreddin Konevî’yle gelişen tasavvuf anlayışı -metafizik- yeni dönem bilim ve düşünce hayatının izlerini taşır. Bununla birlikte her iki düşünür söz konusu dönemi tasavvuf ve bütün İslâm mirası için ‘olgunluk’ ve ‘altın’ dönemi kabul eder. Bunların ardından ise -(…)- şarihler (şerh edenler) dönemi gelmiş, kendilerinden önce yazılmış eserler ve ortaya çıkan düşünceler tartışılmış ve şerh edilmiştir. Bu itibarla 13. asır sonraki asırlar için bir kaynak asrı olarak tarihteki yerini almıştır.” (s.10)
“Önce ‘imamlar’ ve kurucu sûfiler dönemi, ardından ortaya çıkan bazı sorunlar ekseninde yeni tasavvuf anlayışının savunucusu olan şarihler! Bu dönemi sünnî tasavvuf anlayışı ile karakterize bir dönem olarak kabul ediyoruz. Bunun birkaç nedeni vardır: Birincisi hiç kuşkusuz meselelerin ele alınma tarzıdır (metod). Sünnî bilim anlayışında temel yaklaşım bilginin naslardan çıkartılmasıydı (istinbat). Sünnî ilimler ‘metnin-nasların’ anlaşılabilir olduğu ekseninde gelişti. Bu noktada onların en büyük ‘muhalifi’ Şii-Batınilik olabilir. Sünnî ilim anlayışının büyük meselesi lafız-manâ sorunu oldu. Lafız bize Allah’tan gelen metindir ve O’nun maksadı-hakikat- metindedir (lafız). Manâya ulaşmak için özel bir yönteme veya imam gibi belli bir şahsa muhtaç kalsak Sünnî ilim anlayışı geçersizleşirdi. Sünnî ilim anlayışı bütün disiplinleriyle birlikte bu sorun ekseninde oluşmuştur: lafız ve manâ problematiği! Cüneyd-i Bağdâdî’den itibaren sûfilerin açık bir şekilde bu bilgi anlayışını benimsediklerini görmekteyiz. (…) Şeriat ve hakikat ayrımı ve bu ayrıma yönelik getirilen çözümler, zâhir ve bâtın veya lafız ve manâ problematiğinin bir yansımasından ibaretti. İkinci olarak yeni dönem tasavvuf anlayışı fıkıh-kelâm gibi Sünnî bilimlerle ilişkisinde ‘sünnî’ vasfını kazanmıştır. (…) Her hâlükârda bu dönemi eski dönemle karşılaştırdığımızda birinci nesli kurucu düşünürler asrı, ikinci evreyi ise şârihler asrı kabul ediyoruz.” (s.11)
“Tasavvufun birinci döneminde gerçekleşen hâdisenin bir benzeri İbnü’l-Arabî’den sonra gerçekleşti. İbnü’l-Arabî ve Konevî’yle birlikte zirvesine ulaşan tasavvuf anlayışı, sonrasında verimli bir şerh geleneği ortaya çıkardı. (…) Özellikle Osmanlı dönemi sufileri bu dönemin ‘şârihleri’ idi.” (s.12)
“(…) İbnü’l-Arabî kendi devrini teşkil eden XIII. asır için ‘İslâm marifetinin kemâle erdiği devirdir’ der. O’nun tarih anlayışı, ‘Varlıkta tekrar yoktur’ ve ‘ Her şey yeniden yaratılır’ ilkelerine dayanan bir varlık anlayışının neticesidir. Buradan hareketle tarih anlayışını geliştirirken ‘zamanın ruhu’ veya ‘asrın ruhu’ diyebileceğimiz bir kavramla yüzyılları ve bu devirlerde ortaya çıkan ürünleri yorumlar. (…)” (s.16)
“(…) Her hâlükârda söyledikleri husus, İslâm’ın bu devresinin bir marifet, olgunluk ve kemâl devresi olmasıdır. Bu asırlar İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Ebherî, Fergânî, Cendî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî gibi pek çok âlim ve düşünürün yetiştiği asırlardır. Bu devri ayrıcalıklı kılan en önemli husus, Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya doğru gerçekleşen entelektüel hareketliliktir.” (s.17)
No Comments