13. Yüzyılda yazılmış bir tasavvufî eserin tercümesi olan bir kitaptan alıntılar…
Sadreddin Konevî‘nin (1210-1274) en-Nefehâtü’l-ilâhiyye isimli eserinin İlâhî Nefhalar adıyla Ekrem Demirli tarafından dilimize çevrilmiş olması, 13. yüzyılda telif edilmiş, tasavvuf alanındaki bu önemli eserin muhtevası hakkında bilgi edinmemizi mümkün kılmaktadır. Bu kitabın (Kapı Yayınları, 1. Basım: Mayıs 2015) birkaç yerinden alıntılar sunmakla bu değerli müellifin ilminden-irfânından ne yansıtılabilirse; kendisini minnet, şükran ve dua ile anmak, ve mütercime şükran borcumuz anlamında küçük bir çabayla, geçmişteki böylesi büyük eserlere ve günümüzdeki onlarla ilgili önemli çalışmalara saygımı belirtmiş olacağımı düşünüyorum. “Alıntılar” diyorum ama kelimesi kelimesine aynı, tıpa-tıp imlâsına uyacağımı söylemiş olmadığım ama anlamına sâdık kalmaya çalışarak bu kitaptan aktarımlar yapacağım bilinmeli.
“Bir insan şunu ileri sürebilir: ‘Seçkinlerden her birisinin bilgisi Hakk’ın bilinen her şeyi ihata eden bilgisine mutâbık olmalıdır.’ Böyle bir iddiaya verilecek cevap şudur: Hakk’ın bilgisinin kendisinin bir sıfatı olarak dikkate alınması, -başkasının bir sıfatı olması itibariyle- onun/onların bilgisinin bir şeye ilişmesinden farklı olduğunu düşündürmesi gerekir. Bunu anlayınız! Bu bilgi inâyete mazhar insana Rabbinin bahşetmiş olduğu ve insana keşf olunan şeylerin en değerlisi ve yücesidir.” (s.18)
“(…) Hakk’ın bir şeyi var etmesi, ezelî ve yaratılmışı önceleyen bilgisinin ardından irâdesine tâbi olan kudretiyle gerçekleşir. Ezelî bilginin hükmü, gereği tahsîs etmek ve özelleştirmek olan irâde ile ortaya çıkar. Bu itibar ile ‘şeylik’, tekvînî emre yani yaratılış emrine muhatap şeylik demektir. Allah Teâla şu âyetle buna dikkat çeker: ‘Bir şeyi irâde ettiğimizde ona sözümüz ‘Ol!’dur, o da hemen olur.’ (Nahl, 16/40) Bu şeyliğin Hakk’ın onu bilmesi ve onun ezelî bilgisinin mertebesinde taayyün etmesi ve öteki bilinenlerden ayrılması yönünden bir tür varlığı söz konusudur. (…)” (s.24)
‘Sizi imtihan edeceğiz tâ ki bilelim.’ (Muhammed, 47/31) ve ‘Allah ve resûlü amelinizi görecektir.’ (Tevbe, 9/94) gibi âyetlerin sırrını gerçekten sırlı bir tarzda gördüm. Şimdi ona -tam açıklamadan- değiniyorum. Çünkü o bilgi bilgilerin en yücesi, en kapalısı ve en şereflisidir. Her şeyi ihata eden zikredilen beş ilâhî mertebenin hükmünün gereğiyle her varlığın beş mertebesi olduğu gösterildi bana! Birinci mertebenin özelliği varlığın ayn-ı sâbitesi cihetinden dikkate alınmasıdır. Ayn-ı sâbite bir şeyin Hakk’ın zâtî bilgisinde ezel ve ebedde tek bir süreçte bulunmasıdır. Hakk’ın bilgisinde bulunmak söz konusu şeye gereken bazı hükümler ortaya çıkartır. Hükümler o şeyin Hakk’ın bilgisinde ‘bilinen’, kendisine nisbetle ise ‘yok’ olması cihetinden sâbittir. Ardından bir varlığın rûhâniliği yönünden dikkate alınması gelir. Her şeyin bir ruhaniliği vardır ki, onun saltanatı ve hükmü bazen zâhirdir; misâl olarak melek, cin, insan ve hayvan vb. verilebilir. Bazen ruhânilik saltanatı ve hükmü, bitkiler ve madenler gibi unsurdan oluşan ve oluşmayan sûretlerde olduğu gibi, gizlidir. (…)” (s.32)
“Bildiğim her şeyi, bildiğim tarzın dışında yeniden öğrendim. Bunun neticesinde kendim ve eşya hakkındaki bilgim yenilendi. (…) Bazı bilenlere nisbetle bilginin zan olduğunu gördüm. (…) Son olarak kendimi gördüm: Bana izafe edilebilecek hiçbir bilgi yokdu. Bununla birlikte kendim bilginin hakikatinin ve bütün mertebelerinin aynası hâline gelmiştim. (…) Mertebe ve hakikatlerden birisi mutlak-hakîkî bilgiydi. O bilginin mertebesi tam benim hizama gelince, Hakk’ın veya varlığın bilgisinden vaktin, hâlin kuşattığı ve gerektirdiği şeyi bilmek benim vâsıtamla ve bende zuhur etti.(s.35-36)
“Bilinmelidir ki, bir şeyi -o şey ne olursa olsun- bilmenin gerçekleşmesi ve onu kâmil olarak bilmek, bilinen ile bir olmaya bağlıdır. Bir şey ile bir olmak ise bileni bilinenden ayırt eden bir özelliğin ortadan kalkmasına bağlıdır. (…) Bunu öğrendiğinde şunu bilmelisin: İnsanın herhangi bir şeyi bilmeyişinin sebebi ikisinin vasıf, mertebe, özellik gibi şeylerde farklı olmasına yol açan hükümlerin çokluğudur. (…)” (s.47)
No Comments