1921 yılı Mayıs’ında neşrolunmuş bir dergiden Yahya Kemâl’e ve Falih Rıfkı’ya ait birer yazıdan alıntılar

 

Merhûm Yahya Kemâl‘in Musahabe KALPLE DİL ve yine merhûm Falih Rıfkı‘nın YENİ NESİLLER İÇİN BİR MEZARLIK başlıkları altında neşrolunmuş birer yazısı. 16 Mayıs 1337/1921 tarihli Dergâh dergisinin 3. sayısında. (Günümüzde aynı adla yayınlanmakta olan aylık Edebiyat-Sanat-Kültür Dergisi Dergâh’ın, Mayıs 2016-315.sayısıyla birlikte, okuyucularına hediyesi olarak verdiği bu tarihî değeri olan dergiyi görme ve okuma imkânı bulduğum için sevinmiştim, anlamlı bir hediyeydi benim için.)
Bu iki yazıdan alıntılar sunacağım. O dönemde biri şair, diğeri yazar iki ünlü edebiyat ustasının yazıları düşündürücü ve o dönemle günümüzü karşılaştırma açısından bir imkân bu yazılar. Daha o zaman böyle düşünülüyorsa, şimdilerde nasıl düşünülür, nasıl görülür olup bitenler; okurken bunun hissiyatında olmamak mümkün değil.

Yahya Kemâl‘in yazısından:

“Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok. Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu; bu devir bir taraftan ağrılarıyla, sızılarıyla, acılarıyla, ölümleriyle, matemleriyle, hasretleriyle, bir taraftan da atılışlarıyla, isyanlarıyla, ümitleriyle, emelleriyle, harikalarıyla o kadar feyyaz bir devirdir. Büyük millet şerefli zamanlarında lisanını Yunus Emre ve Süleyman Çelebi gibi, Fuzuli ve Baki gibi Nefi ve Nedim gibi, saz şairleri gibi öz oğullarına emanet etmişti; onlardan Allah’ın büyüklüğünü, Peygamberinin vasıflarını, kahramanlarının menkıbelerini, âşıklarının elemlerini, gençlerinin heva vü heveslerini, ihtiyarlarının düşüncelerini asırlarca dinledi. O şairler öldüler. Milletten emanet aldıkları lisanı keşke beraber götürselerdi, götürmediler; kâtiplere terk ettiler.

Bu satırları yazdığım masanın üstünde üç kitap duruyor. Biri son üslupta bir İstanbul romanı, biri bir gencin son usulde küçücük şiir mecmuası, biri de Muhacirîn Müdiriyet-i umumiyesi’nin son günlerde neşrettiği siyah kaplı bir kitap. (…) Siyah kaplı kitapla aşinalığım birkaç günden beri. Elime alıp okudukça, gözlerim, ateş karşısında gibi harelendi. Kaç defa elimden bıraktım, lakin pençesinden kurtulunmaz bir cazibesi var, tekrar aldım, nihayet sonuna kadar acı bir ilacı içer gibi okudum. Bu siyah cildin lisanı bu nama layık bile değil, çetele gibi adi bir tarif vasıtası, lakin içinde bu adi vasıtayla, derme çatma bir kılıkta tasvir edilmiş bir âlem var ki bütün bu devrin şiirini, nesrini, musikisini, resmini canlandırabilir. Hem de zannedersem bu siyah ciltte bu milletin yalnız bir kısım ağrıları var!

Romanla şiir mecmuasının lisanı pürüssüz, temiz, güzel, mahirane, hâsılı son edebî modanın numunesi. İkisinin de mevzuları tamamıyla millî; lâkin siyah ciltle aralarında bir uçurum var. Güya aynı milletin değil, birbirinin yüzünü görmemiş, hatta adını işitmemiş iki milletin hayatlarından bahsediyorlar. (…) Dedim ki: Bu milletin mirasyedi oğulları, nesi var nesi yok her şeyini aldıktan sonra, ıstıraplarını söyleyecek lisanını da almışlar, kendi heva vü heveslerinde kullanıyorlar. (…) Ne O kuru lisandan bir edebiyat vücuda gelebiliyor ne de bu lisansız ıstıraplardan. Lâkin o lisanla bu mevzu bir şair kalbinde kaynaşabilseydiler özlediğimiz şiiri dinlerdik.

(…)Lâkin o ağrıları, o şevkleri duyanların kalbi var dili yok. (…) Bu güftenin mısralarında can var, cisim yok. (…) Hislerin feyezanı da bazı yerlerde ayan, bazı yerlerde için için hissediliyor. Yalnız hem canı hem de cismi olan edebiyattan mahrumuz.
(…)
Asırlardan beri her sene Kerbelâ’da icra edilen ayinde Hüseyin için vaveyla edenler, ağlayanlar, vücutlarını büyük ve keskin bıçaklarla dövenler en ulvî bir ıstırabı duyuyorlar, yalnız Hüseyin için mersiyeyi Acem’in şairi coşkun Muhteşem-i Kaşanî yazdı. (…) Süleyman-ı Kanuni, Zigetvar’da öldüğü zaman (…), cenazeyi kıyametten numune bir matem ayiniyle getirdiler. (…) Yalnız mersiyeyi, o matem ayininde hazır bulunmayan Baki söyleyebildi. Bugün bizde eksik olan ne edebiyatın ruhu, ne de hüneridir. Böyle bir şairdir.”

Falih Rıfkı‘nın YENİ NESİLLER İÇİN BİR MEZARLIK başlıklı yazısından:

“Yedi sekiz seneden beri İstanbul’da eski Türk üslubu revaçtadır. (…)

Fakat eski Türk eserlerinden aldığımız çizgiler, şekiller ve süsler, dalından kopardığımız gül gibi, yeni yapılar üzerinde solup zeval buluyor; eski çini renklerinin sırrını bir türlü anlayamadığımız gibi eski Türk üslubunun esrarengiz hususiyetleri de gözümüzden kaçıyor. (…) Biz eski mimarinin ruhunu ve havasını anlayamadık. (…) Halınızı ister duvara, ister tavana asınız, ister yere seriniz. Bu halı muallaktadır, sizin evinizin değildir.

Eyüp mezarlığını gezenler bu kabristanın başlı başına bir eser olduğunu sezmişlerdir. Fakat bu eser kabristanın neresindedir? Orada tane tane taşların belki hiçbir kıymeti yok. Bu taşların üstüne oyulmuş beyitlerin ekserisi bayağı ve manasız şeyler söylüyor. (…)
Fakat Eyüp mezarlığı ölüm memleketidir. Koca İstanbul, o kadar hay u huyu, o kadar izdihamı ile bu memleket kadar yaşamıyor. Ölülerimizin Eyüp mezarlığında asırlardan beri bozulmamış, rüzgar esmemiş, insan ciğerlerine girip çıkmamış, kendilerine mahsus, ancak ölülerin kabirler üstünde büyüyen yabani nebatlarla teneffüs ettiği bir havası var.Bu hava bizim sesimizden, şeklimizden, bakışımızdan ürküyor.

Sanatkârlarımız Eyüp’ü anlayamadılar. Türk kelimeleri üzerinde envai ustalıklar yapan şairlerimiz, bu seziş bahsinde Unkapanı’nın gâvur taşçılarından çok geridirler. Geçenlerde Müslüman mezarlarında şair, edip, müverrih, geçen neslin Türk münevverlerinden bazılarının mezarlarını seyrettim. Hissettim ki bizim oturduğumuz İstanbul gibi eski İstanbul Müslümanlarının yattığı memleket de bozuluyor. (…)

Müslüman ölülerinin bir edebiyatı vardı, kitabeler üzerinde bu şiirleri adeta okumadan anlıyorduk. Taze gelinler, ihtiyar dedeler, küçük yetimler daha uzaktan taşın ve şiirin garip bir revişi, bir hususiyeti ile belli olurdu.
Türk üslûbunun en samîmî tecellisi belki camiden, handan, yalıdan, çeşmeden ziyade kabristanlarda görülür. Suriye ile Hicaz’da bunca Müslüman kabristanları dolaştım; hiçbirinde Karacaahmet’in akşam üstü güneşi ve ufku ürperten heybetine rast gelmedim. Acaba ‘heybet’ doğru bir vasıf mıdır? Grupta Üsküdar semtinin o karaltılı köşesine bakarken duyduğumuz şey, bana henüz kelimelerde manası, resimde çizgisi, musikide sesi keşfedilmemiş esrardan biri gibi gelir.
(…)
Belki cüretkârane bir fikirdir: Fakat biz kendimiz için şehrin başka bir yerinde başka bir mezarlık bulmalıyız. Evkaf hanı, vakıa eski Türk üslûbunun bir bid’atıdır. Fakat hiç olmazsa Süleymaniye Camiini bozmuyor. Nice asırlardır nice bin Türk neslinin Eyüp sırtında teneffüs ettiği havayı, kemiklerinin tozlarıyla besledikleri nebatları, bütün nüsgunu onların çürümüş naaşlarından emen servileri bozmaya ne hakkımız var? Bu hürmetsiz, hissiz ve zevksiz neslin tahribatı önünde mezar taşları olsun bir hudut olamaz mı? (…)

Bu neslin ölüleri Eyüp mezarlığına lâyık değildir. Gülünç mezarlarımız için Şişli sırtlarında veya Amerikan Koleji arkalarında bir mezarlık arayalım.”

Not. Bazı kelimelerin, ibarelerin, cümlelerin bold karakterde olmasını ben sağladım.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked