Nisan 2024 Posts

Hamid Algar ve bir kitabından alıntılar

 

“1940 senesinde İngiltere’nin güneybatısında doğdu. Lise tahsilini Londra’da tamamladıktan sonra 1961’de Cambridge Üniversitesi’nin Arap-Fars Filolojisi Bölümü’nden mezun oldu. Bir yıl kadar Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini takip ettikten sonra, Türkçe’yi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçti. Nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başladı. On dokuzuncu asır İran’ında ‘ulemanın siyasi rolleri’ konusundaki tezini 1965 senesinde tamamlayıp Kaliforniya Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Bölümü’ne katıldı. Burada irfan, tefsir, Şîîlik, İran’da İslâm tarihi, Arap,Fars ve Türk tasavvufî edebiyatı, İslâm Felsefesi gibi konularda ders verdi. İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi birçok ülkede hem ilmî kongrelere katıldı, hem araştırmalarını sürdürdü. Yayınları birçok dilde çıktı. 2010’da emekli olup başta Nakşîlik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konular üzerinde yoğun şekilde çalışmaya devam ediyor.” ( “Nakşibendîlik” isimli, insan yayınları‘ndan (Çevirenler: Cüneyd Köksal, Ethem Cebecıoğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek), birinci baskısı 2007, genişletilmiş üçüncü baskısı (dijital):2012 olan kitabın ÖNSÖZ’ü de Hamid Algar’a ait (‘Id Mîlâdü’n-Nebî, 1427 / 15 Nisan 2006).

Bu kitabın birkaç yerinden alıntılar:

“Şeriat hükümlerine bağlı, kararlı bir Sünnî tarikat olan Nakşibendiyye açıkça Osmanlılara uygun olan doktriner bir vurguya sahipti.”

Üç fotoğraf-altı yazı

 

Prof. Dr. İsmail Kara‘nın RESİMLİ CUMHURİYET DİN KİTABI 3’den (DERGÂH Yayınları 1085, Çağdaş Türk Düşüncesi 94, 1.Baskı Aralık 2023) üç fotoğraf-altı yazı oluşturacak bu yazıyı.

Hem İçerde Hem Dışarda Olmak!… “Bu fotoğrafta Oflu Hacı Hasan Rami (Yavuz) hocaefendi 1964 yılında medrese derslerinden icazet verdiği talebeleriyle birlikte görülüyor (7 Haziran 1964). 60 ihtilâlinden sadece birkaç yıl sonra. Medreseler ve tekkeler kapatılalı çok olmuş. Hocaefendi Cumhuriyet ideolojisinin başının pek hoş olmadığı bir tarikata müntesip (Nakşi) ve evinin bir katını onlarca vasıflı talebenin yetiştiği feyizli ve bereketli bir medrese haline getirmiş. O yıllarda aynı zamanda Çaykara vaizi. Yani Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir memur, yöresinde itibarlı bir hoca fakat fotoğrafı, kıyafeti, duruşu ve faaliyetleriyle Diyanet’in din anlayışı ve politikalarıyla ne kadar uyumlu acaba? Yanındaki hocaefendi arkadaşı ise Yusuf Bilgin. O da o yıllarda Çaykara müftüsü yani Diyanet mensubu ve memuru. O da tarikat mensubu ve müderris. Devlet dairesi olmasına rağmen müftülük odasına (makamına), onların diliyle fetvahaneye ayakkabılarla girilmesine müsaade etmiyor. Fetvahanede Atatürk fotoğrafı da yok. Bu tercihlerinde ısrar ettiği için 12 Eylül sonrasında re’sen emekliye sevk ediliyor. Hem Diyanetli hem değil, hem devletli hem değil. Türkiye’de din sahasında olup bitenleri derinliğine kavrayabilmek için bunu iyi anlamak lâzım. Onların kendi konumlarını iyi anladıklarında şüphe yok bence. Diyanet İşleri Başkanı ve üst bürokrasisi bu fotoğrafı görse (ki eşzamanlı olmasa da bir müddet sonra görmüştür) ne düşünúr, ne der acaba? Muhtemelen içten memnuniyet ve cesareti takdir, dıştan tedirginlik ve korku… Maddeten ve ruhen dışarda, maddeten ve ruhen içerde…” (C.3, s.811)

Kanaat Önderi Ne Demek Oluyor Acaba?

“Tarih Eylül 2015. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez hoca Kürt mollalarla ve şeyhlerle cami içinde musafaha ediyor. Diyanet İşleri Başkanlığı bütün tarihi boyunca cemaat ve tarikatlarla mesafeli durdu. Onların din anlayışlarını değiştirmek ve dönüştürmek için çaba sarfetti. Vazifelerinden biri de bu idi. Fakat aynı zamanda onları kendi bünyesi içinde tuttu, şeyhlere ve mollalara merkez ve taşra teşkilatında resmi görevler vermekten geri durmadı. Hatta hususi cemaat toplantılarını ve tarikat ayinlerini yapmaları için gayrıresmi olarak cami tahsis etti, herhalde devletin izniyle. Cemaat ve tarikatlar da benzer bir davranış tarzını benimsedi. Bir taraftan devletin ve Diyanet’in onlara empoze etmek istediği din anlayışından uzak durdu, onunla kendi metodlarıyla mücadele etti fakat buna karşılık resmi yapıların içinde bulunmayı benimsedi, istedi. İki tarafta da çelişkiler manzumesi büyük bir problem değilmiş gibi gözüktü. Hatırlatmak lazım, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın cemaat ve tarikatları resmen ve alenen muhatap almaya başlaması 12 Eylül darbesi sonrasıdır. Doğrudan 12 Eylül’ün din politikalarıyla alâkalı olarak şeyhler, hocaefendiler ve mollalar da “kanaat önderi” oldular. (Kim icat etti bilmiyorum, “kanaat önderi” tamlaması bence çok kötü bir Türkçe fakat kanunen yasak olan şeyh ve hocayı kullanmamak için bulunmuş harika bir çözüm ve pâye!!!)”. (C. 3, s. 815)

Değişmek Fakat Kendince Aynı Kalmak!..

“15 Temmuz afetinden sonra #Tarih dergisinin Eylül 2016 tarihli 28. sayısının kapağında cemaat ve tarikat meselesi böyle yer alıyor. Fakat hadise çok canlı ve tehditkâr olduğu için tek taraflı bir anlatım var. Devletin cemaatlara “sızma”sı mesele edinilmiyor. Zaman geçiyor, devran dönüyor. Sanılanın aksine medreseler ve tekkeler, şeyhler ve mollalar değişime, ıslahata karşı çıkmıyor. Onların bütün yoğunlaştıkları şey yeni / modern / ıslah edilmiş şartlarda dinin, Müslümanlığın, kendi zihniyet dünyalarının, âdap ve erkânın nasıl devam edeceği idi. Çok zorluklarla ve baskılarla, biçimsizleştirme teşebbüsleriyle karşılaştılar ama varlıklarını da bir şekilde sürdürdüler, bugün de sürdürüyorlar. ” (Cild 3, s. 817)

“Halkın nazarı bâtına (içe) vâki olmaz.”

 

MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN RÛMÎ ‘ nin FÎHİ MÂ FÎH isimli eserinden (Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık, 8. Baskı; 2009) yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki s.159’dan bir kısa cümle olarak alıntılama bu yazının başlığını teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“Hak sana pek yakındır. O senin her bir fikir ve tasavvurun ile berâberdir. Zîrâ o tasavvur ve endişeyi O icâd eyler ve sana mukârin (bitişik) kılar. Pek yakın olduğu için görmek mümkün değildir.”

“Allah ganîdir; siz ise fakirsiniz, muhtaçsınız.”

Siyasetteki nitelik ve kişilik (şahsiyet) artı ve eksi olarak seçime yansımıştır

 

Siyaseti kolay bir alan sayanların ve siyasetçiliğe atılırken nitelik gözetmeyenlerin yaygın olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Onun için de seçim sonuçları sanıyorum hemen her seçim sonunda şaşırtıcı oluyor genellikle. Halkımızın siyasetçilerden ve siyasî partilerden beklentileri, onların nitelikçe seviyeli olmaları değildir elbette. Bir Partiye bağlılık ve onun seçimlerde başarılı olmasıdır beklenti. Seçimlerde başarılı olmak siyasetçilerin halk katında değerli sayılmaları için yeterli gözüküyor. Seçmen konumunda olanlar siyasetçide nitelik aramadıkları, beklentileri nitelik olmadığı için, seçim başarıları kıstas oluyor genelde. Kim(ler) seçim çevrelerinde seçim sonuçları bakımından başarılı ya da başarısız görülüyorsa belirleyici etken bu oluyor.