Nisan 2025 Posts

CHP’nin dünü- bugünü

 

CHP İsmet İnönü, Turhan Feyzioğlu, Kasım Gülek, Turan Güneş gibi siyasetçiler dönemlerinde nasıl bir siyasal parti idi, şimdiki hâli nasıl?

Şimdiki durumunu Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu ikilisi yansıtıyor olmalı! İlk isim Genel Başkan, ikinci isim Genel Başkan’ın ‘Ekrem Başkan’ diye söz ettiği ve hâlen hapiste olan kişi.

En üst düzeyde bu ikisi temsil ediyor şimdilerde günümüz CHP’sini. Nasıl temsil ettiklerini kamuoyu gözlemliyor muhakkak. İBB’ye yönelik yolsuzluk soruşturması sürüyor. İmamoğlu’nun da şirketinin bulunduğu 24 Şirkete doğrudan kayyum atandığı, 28 şirkete de denetim kayyumu atandığı haberleri var.

CHP’nin geçmişteki genel başkanlarına hiç benzemeyen Özgür Özel, hapiste olan dostuna ‘Ekrem Başkan’ diyor. Herhalde hapisten çıkarsa genel başkanlığı ona devreder.

Yazının başlarında isimlerini andığım CHP siyasetçileri hangi düzeydeydi, bunlar hangi düzeyde?

Şimdiki adı Kahraman Maraş olan ilde merhûm bir dayım vardı CHP’li. İyi ki bu günleri görmemiş. Sağken konuşurduk kendisiyle dayı-yeğen olarak siyaset ve siyasetçiler hakkında. Şimdilerde yaşıyor olsa idi konuşmaya değer bulurmuydu o partiyi ve diğerlerini? Sanmıyorum.

Eski siyasetçiler şimdikiler gibi değildi. Olması da gerekmez elbette. Ama onlar konuşulurdu; haklarında lehte, aleyhte tartışılırdı. Günümüzde siyasetçilerden konuşmağa, tartışmağa değer kaç kişi çıkar? Özgür Özel mi, Ekrem İmamoğlu mu konuşulacak? Konuşanlar vardır muhakkak. Konuşsunlar. İyi olur. Hiç olmazsa siyasete şimdilerde de ilgi duyulduğu anlaşılır. Şu veya bu düzeyde!


“Nebiler Neyi Bilirler?”

 

Ahmet Ayhan Çitil‘in bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden, 2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘in Mayıs 2023 sayısında çıkan yazısının ( Sayı: 9, s. 74-78) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Başlıktaki sorunun cevabını tam olarak vermeye çalışmak Nebi olmayanların yetkinliklerini aşar. Nebilerin bildiklerini ya da kendilerine bildirileni bize açtıklarında, cehdederek iletileni anlayabilir veya tecrübelerimizdeki karşılığını görebiliriz, fakat söz konusu bilgiyi ihata edebileceğimizi söyleyemeyiz. Öte yandan bu soruya, basitçe “Nebiler nerede olduğumuzu bilirler” diyerek cevap verebiliriz.

Bahsi geçen Nerede? sorusu ile kast edilen uzay -zamanda bir konum değildir, Yaşayan, tecrübe edinen, doğan, ölen, (…) insanoğlunun varlığını borçlu olduğu mekândır. Onlar bu mekânın bir sâhibi olduğunu bilirler. Bu sorunun cevâbı onlara mekânın sâhibi tarafından ifşa edilmiştir (vahyedilmiştir). Bu genişlikte ele alındığında kastedilen mekân tüm mevcûdâtın içine yerleşerek varlık kazandığı ve varoluşa kaynaklık teşkil eden sahnedir.

Biz bu itibarla kaynak teşkil eden bir sahnede var oluruz. Bu sahneye içinde varlık kazandığımız mahal de diyebiliriz. Lâkin insan, hem bedenli hem de çok farklı zihnî melekelere sahip bir varlık olarak kendisini doğumundan itibaren bir sahneler çoklusu içerisinde bulur. O sahneleri tanır, o sahnelerde kendini tanır. Kaynak teşkil eden sahne “hep orada” olsa da onu unutma eğilimine girebilir. Bilmek, insanın bu sahneleri, sahnelerdeki var olanları ve onlarla irtibatı dahilinde kendisini tanıması, aşinalık kazanmasıdır. Her insan (ve her canlı) her bulunduğu sahnede çok farklı boyutlarda, çok farklı konumları işgal ederek var olur. Üstelik bu konumlar sâbit de değildir; insan aynı sahnede farklı konumlara geçiş yapabilir. İşgal edilen her bir konum sahneyi farklı bir nokta-i nazardan seyretmeye vesile olur. Bilmek, sahnedeki konuma göreli birhal alır. Dolayısıyla sahnedeki farklı boyutların ve konumların bir dökümünü yapmaksızın, bilmenin hakkıyla çözümlenmesi mümkün değildir.

Bu nokta-i nazar çokluğunun varlığı, bilgiyi imkânsız veya göreli kılmaz. Hakkını vererek bilen lçin bilinenin kesinliğinden her zaman söz edilebilir. Sahnedeki konumlanma bilinenin içeriğini, kapsamını, kesinliğini değiştirir. Hakikatin ifşası olarak bilgi, bilgi edinenin hâline kayıtsız değildir. Peki yukarıda anılan bu boyutlar ve konumlar neler olabilir?

Her bilme bir farkındalık, bir aşinaık, bir tanışıklık içerir. Söz konusu farkındalığın düzeyi sahneyle ilişkilenme ve hemhâl olma süreçlerinde değişiklik gösterir. Bazıları bir sahnede var olurlar ama o sahneyi hiç farketmezler. Bu bir tür cehalettir. Sahneyi bilen birisi, dışarıdan bir nazarla o kişilerin farkında olmadan içinde bulundukları sahneyi teşhis edebilir.

Bazıları yeni bir sahneyle karşılaştıklarını fark ederler lakin o sahneyi bir yabancilaşma kipinde tecrübe ederler. O sahnededirler ama oranın yabancısıdırlar. Bazıları bu yabancılaşmayı aşıp sahnedeki unsurlara, varsa usûllere, yollara, yordamlara âşinalık kazanabilirler. Bu farkındalık kısa veya uzun süren muğlaklıklar lçeebilir. (…).

İnsan, hem bedenli hem de çok farklı zihnî melekelere sahip bir varlık olarak kendisini doğumundan itibaren bir sahneler çoklusu lçerisinde bulur. O sahneleri tanır, o sahneler de kendini tanır. Kaynak teşkil eden sahne “hep orada” olsa da onu unutma eğilimine girebilir. Bilmek, insanın bu sahneleri, sahnelerdeki var olanları ve onlarla irtlbatı dahilinde kendisini tanıması, aşinalık kazanmasıdır.”





yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar

“İslâmiyet’e duhul varoluş derdini üstlenmek anlamına gelir.”

 

ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında NEYE CEVAP VERİLECEK? başlığıyla çıkan İsmet Özel’in 4 Şevval 1446 (2 Nisan 2025) tarihli yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Seçimin galibi Cumhuriyete karşı muharebeye girişen kralcılar İspanya iç savaşını kazandı. Dolayısıyla kralcı General Franco öldükten sonra ülkenin yönetimini aristokrasiye devretmekten başka çare yoktu. Hepimiz savaş boyunca Faşist İtalya’nın ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın uçaklarının kralcı yörelere değil, cumhuriyetçi şehirler üzerine bomba yağdırdığını biliyoruz. Hür dünya olarak bilinen ülkeler görünüşte savaşı cumhuriyetçilerin kazanmasını hem istiyor, hem bekliyordu. İtalyan ve Alman uçaklarının cumhuriyetçileri katletmesi sebebiyle Archibald Macleish adlı bir Amerikan şairi “The Spanish Lie” başlıklı bir şiir yazdı. Başlık İnglizce dışında bir dile hem İspanyol Yalanı olarak, hem de İspanyol Ölüsü olarak tercüme edilebilir. M.C. Anday ikincisini tercih etmiş. Şiirin ilk mısraı şöyle: ” This will be answered” Anday hüner göstererek bunu “Bunun hesabı sorulacak” şeklinde çevirmiş. Güzel bir tercüme… Ama söylenenlere inanacak olursak tercümeler kadınlar gibiymiş: Güzel olurlarsa sadık olmazlarmış, sadık olurlarsa güzel değillermiş. Mütercimin hatırına buna inanalım; ama daha sadık tercüme: “Buna bir cevap verilecek” olabilirdi.

İnsanoğlu elinden hâsıl olan her şeyin cevabını verecek. Hadiseyi yalınkat bir açıklamayla geçiştiremeyiz. Bir işin bu dünyada sorgulanmış olması öbür dünyada hesaptan düşüleceği anlamına gelmez. Yani dünya işlerinin dünyada kotarılmış olmasının asıl mahkemenin kararına bir tesiri yoktur. Bu durum bizi her şeyin hesabının âhirette verileceği avuntusuna götürürse hatalı bir yola girmiş oluruz. İslâm yolu kendini olduğu kadar ötekini de İslâm’a davetle açılır ve girilen bu yolda ömür boyu yürümek söz konusudur. İslâm her şeyden önce bir fetih dinidir. İslâm’a girmekle kendimiz fetih çabasına dalmış oluruz. Cihat kendimiz için seçtiğimiz her şeyi hasmımıza ikram faaliyetidir. İslâm bütün kalıpları reddetme alanı açar. Türkçede “Gün battı, gâvur yattı” diye bir söz var. Yani Müslüman olmayanlar bilirlerse ancak kısa vadeli bir al-ver hesabına uygun hayatı bilirler. Müslümanlık ise ebediyet içinde bir ferdiyet uğraşına dalmak demektir. İslâmiyet’e duhul varoluş derdini üstlenmek anlamına gelir. Bunun içinde teraziyi doğru tartmak, yaratılmışların her birine merhamet göstermek olduğu kadar tabiatın tahribine engel olmak, siyaseti millî menfaat derecesinden aşağı düşürmeden yürütmek de yer alır.

İnsanın ve aynı zamanda beşerin yaşarken uykuda olduğu, ancak ölünce uyanacağı yolunda bir kavrayış vardır. Kur’an hepimizi dünyanın fani, âhiretin ise kalıcı olduğu hususunda defalarca ikaz eder. (…) Dünyanın âhiretin tarlası olduğunu bize Kur’an öğrettiyse yaşarken aldığımız her nefes paha biçilmez değere sahiptir. Türk topraklarında vatana ihanet etmeksizin yaşamak bizi hangi sınırların bizim sınırlarımız olduğu gerçeğinin bilincine varmağa götürür.

Hem birinci, hem de ikinci dünya savaşı Türk varlığının tarihteki yerini kavramamıza vesile olmalıydı; ama olmadı. (…) Türklüğümüzü başka bir şeye, meselâ modernleşmeye intibakımıza değil, sadece Misak-ı Millî metninin bize kazandırdığı hükümranlık sahasına borçlu olduğumuzu savunan bir odaktan mahrumuz. (…) Millî varlığımız sırtını Cumhuriyet idaresine dayamış inkılâplarla sınava tabi tutuldu. Şu anda sınavın neresinde olduğumuzdan bile haberimiz yok.

Dünyayı ve dünyada mülk edinmek insanın ahlâk dokusunu gevşetir. (…) Türkler Hz. İsa’nın doğumundan 1920 yıl sonra Misâk-ı Millî’yi dünyaya ilan etmekle asıllarına avdet etmiş oldular. Yani Türklerin varlık sebebi kâfirlerin hayat sahasını daraltmaktı. (…)” İsmet Özel, 4 Şevval 1446 (2 Nisan 2025)

Merhûm Necip Fazıl Kısakürek’in “Zindandan Mehmed’e” şiirinden…

 

Zindan iki hece, Mehmedim lâfta! Baba katiliyle baban bir safta! Bir de, geri adam, boynunda yafta… Halimi düşünüp yanma Mehmed’im! Kavuşmak mı?.. Belki.. Daha ölmedim!

Avlu … Bir uzun yol… Tuğla döşeli, Kırmızı tuğlalar altı köşeli. Bu yol da tutuktur hapse düşeli … Git ve gel … Yüz adım … Bin yıllık konak.

Ne ayak dayanır buna, ne tırnak! Bir âlem ki, gökler boru içinde! Akıl, olmazların zoru içinde. Üstüste sorular soru içinde: Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu? Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Bir idamlık Ali vardı, asıldı; Kaydını düştüler, mühür basıldı. Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı. Ondan kalan, boynu bükük ve sefil; Bahçeye diktiği üç beş karanfil…


FÎHİ MÂ FÎH’den alıntılar

 

Merhûm Ahmed Avni Konuk‘un tercümesi ve merhûm Dr. Selçuk Eraydın‘ın yayına hazırlaması ile İZ Yayıncılık’tan 2009’da 8. Baskısı İstanbul’da çıkmış olan bu kıymetli eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Öyle sanırdım ayrıyım, dost gayridir, ben gayriyim / Bende olup işiteni bildim ki ol cânân imiş” (Niyâzi-i Mısrî) (s. XVII)

“Kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümid kesmez.” (Yûsuf, 12/87)

“Allah Teâlâ’nın rahmetinden ancak kafîrler kavmi ümitsizdirler.” (Yûsuf, 12/87)

“Sen kıymetçe iki cihânın ötesindesin; ne yapayım kendi kadrini bilmiyorsun.” (s. 18)

“Halkın muhtaç olduğu şeylerin hepsi, bizim kudret ve emrimizin hazîneleri katındadır. Biz onu ancak malûm mikdâr üzere indiririz.” (Hicr, 15/21)

“Şu halde Hak nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve gücü yettiği kadar gayret göstermeyen adam, adam değildir. İdrâk olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, gücü yettiği kadar gayretten uzak kalmayıp, durup dinlenmeden ve kararsız olarak Hakk’ın Celâl nûrunun etrâfını devr eyleye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemeye.”

“İmdi bilindi ki, o söylemiyor, Hak söylüyor. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “O kendi rey ve hevâsından söylemez. O, kendisine Allah tarafından ilkâ edilegelen bir vahyden başka bir şey değildir.” (Necm, 53/3-4) Hak Teâlâ harf ve savttan münezzehtir. O’nun kelâmı harf ve savt hâricidir. Velâkin kelâmını herhangi bir harf ve savttan ve herhangi dilden isterse cârî kılar.”

“(…) Bir adamı tanımak istersen onu söylet; sözünden bilirsin. (…) Hakk’ın öyle âdemleri vardır ki, azamet gâyetinden (sonundan) ve Hak gayretinden yüzlerini göstermezler; fakat halkı azîm maksûda ulaştırma ve iyilik severlik eylerler; ve herkesin işlerini Hakk’ın bildiği kubbelerin üstünden aşırırlar. Ne kerîm ve cevâddırlar (cömerdirler)! Böyle pâdişâhlar nâdir ve nâzenîndirler..”