Mayıs 2025 Posts

” Kim Daha Bilgilidir? “

 

Prof. Dr. Ekrem Demirli‘nin Fikriyat’tan çıkan “BİR MEKTUP GELDİ ONDAN Kur’an’ın Anlamına Yolculuk ” kitabının “KİM DAHA BİLGİLİDİR?” başlıklı bölümünden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Her insan kendinden daha bilgili birinin olabileceğini düşünerek haddini öğrenir; bu acizlik insanı daha büyük bilgiye götürmezse basit bir hoşgörünün sebebi olabilir. Birinci bilgi şeriatın ve hayatın bize öğrettiği bilgi iken ikinci bilginin hakiki olarak idraki birinci bilgiyi ahlaka döndürmekle mümkündür (marifet). (…)”

” Kur’ân-Kerîm’de takibi güç konulardan birisi Hz. Hızır ile Hz. Mûsâ bahsidir diyemeyiz belki, lakin üzerinde en çok söz söylenen konuların başında o gelir. (dipnot: Kehf, 60-82) (…) Her görünenin görünmeyen yanı varsa ve Hz. Mûsâ dahi onu fark etmiyorsa sıradan insanlar ne yapacaktır? Görünmeyeni bir bilen var olduğuna göre de nübüvvet kendi kendini zora düşürerek bilmediğimiz biri lehine (Hızır ve onu takip ettiğini iddia edenler mesela) makul ve ‘anlaşılır’ zemini tezyif etmiş (değersiz göstermiş) olacaktır. Öte yandan peygamberlik bize ‘bâtın’ (iç, gizli) bilgisini ihmâl eden veya onunla çelişen bilgi getirmişse, şeriatın derinliği ve hakikiliği ne olacaktır. Şeriat aşılması gereken ‘hakikatin gölgesi’ veya ‘geçici bir menzil’ mi olacaktır? Kanaatimce tasavvufun İslâm düşüncesinde ve toplumunda bereketini yitirmesinin en önemli nedenlerinden birisi bu kıssanın ‘zahirî’ yorumundan devşirilen zâhir-bâtın karşıtlığı idi. Her şeyden önce bu sohbetin -yolculuk- Hz. Mûsâ’nın hayatında olduğu gibi Hz. Hızır’ın hayatında da bir terakki vesilesi olduğunu unutmamak gerekir. İkisi cihetinden de yolculuk, en çok bilene doğrudur: Allah’a… Bize anlatılanlar daha çok Hz. Mûsâ’nın ‘öğrendikleri’ ile ilgilidir ; çünkü vahiy bilgisini getirecek olan odur. Biz Musevî isek onun öğrendikleri bize lâzımdır. Bu itibarla hikâyenin kahramanı Hz. Mûsâ’dır. Başka bir anlatımla kıssa Hızır-Mûsâ kıssası değil, Hz. Mûsâ’nın ‘Hızır Dersi’dir. Yahut da Mûsâ-Hızır kıssasıdır. Hz. Hızır’ın bir peygamberden bir şey öğrenmemesi düşünülebilir mi? Biz onun ne öğrendiğini bilmiyoruz lakin bilebildiğimiz, İbnü’l-Arabî’nin yorumuna göre, ‘ayrılma’ sebebi bile Hz. Mûsâ’nın hüküm vermesidir: Kim olursa olsun Peygamber buyruğu onu bağlar. (dipnot: İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 215-218.) Bunun yanı sıra her ikisi için yolculukta ‘zevk edilen’ şey, bilginin gerçek sahibidir. Her insan kendinden daha bilgili birinin olabileceğini düşünerek haddini öğrenir; bu acizlik insanı daha büyük bilgiye götürmezse basit bir hoşgörünün sebebi olabilir. Birinci bilgi şeriatın ve hayatın bize öğrettiği bilgi iken ikinci bilginin hakiki olarak idraki birinci bilgiyi ahlaka döndürmekle mümkündür (marifet). İnsanın bilgideki acizliğini sofistçe bir tereddütten ahlâki devrime (kimyâ-i saâdet) taşıyan şey kişinin, yegâne bilenin Allah olduğu idrakidir. Bunu öğrenmekle insanın insan üzerindeki hükümranlığı sona ererken otoritesinin kaynağını bilmediğimiz güçlerin etki alanları sınırlanır. “



Merhûm Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın Aziz Kur’an isimli çeviri ve açıklama içeren kitabından alıntılar

 

Beyan Yayınları’ndan çıkan Çeviri ve Açıklama içerikli (Çevirenler : Yrd. Doç.Dr. Abdülaziz Hatip- Mahmut Kanık, Editör : Ahmet Baydar, Dil ve Yazım : N. Ahmet Özalp) eserin birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Özgün metin: Le Saint Coran Çağımızın en saygın İslâm bilginlerinden biri olan Muhammed Hamidullah’ın Fransızca Kur’an çevirisi, bir Müslüman tarafından yapılan ilk sözcüğü sözcüğüne / harfi harfine çeviri sayılabilir. Hamidullah Hoca bu çeviriyi yapmağa, Batı’daki çevirileri inceleyip yetersizliklerini gördükten sonra karar vermiş, Le Saint Coran adıyla yayımladığı (1958) çalışması, haklı bir ilgi görmüştür. Bugüne kadar onbeş baskı yapması, bu ilginin somut bir kanıtıdır.

Bir dilci, bir sanatçı olmamasına karşın dört dili kitap yazabilecek bir düzeye kadar bilmesi, ilgili literatürü yakından izlemesi ve yapılan çevirileri dikkatle incelemesi, onu dil üzerinde önemle durmağa götürmüş; yaptığı çeviride, Kur’ân’ın tüm dil ve anlatım özelliklerinin bire bir aktarılması yöntemini seçmesine neden olmuştur. Le Saint Coran incelendiğinde, bu seçimin sonuçları açık biçimde görülür. (…)

Kur’an metni, yazılı bir kültürün değil sözlü bir kültürün ürünüdür. (…) Hamidullah’ın yöntemi, onun, her âyeti, kaynak metinde olduğu gibi anlamlandırması, söz diziminin sürdüğünü noktalama işaretleriyle göstermesi şeklindedir. (…)

Le Saint Coran’ın çevirisi

Çeviri metin: Aziz Kur’an Le Saint Coran’ın Aziz Kur’an’a dönüştürülmesine katkıda bulunanların, en çok bu konudan söz etmekte çekingen davranacakları açıktır. Bununla birlikte, okuru bilgilendirmenin kendileri için kaçınılmaz bir görev olduğunun da bilincindedirler.

Bu çeviri, üç yılı aşan bir çalışmanın ürünüdür. Bu sürenin yaklaşık altı ayında, tam bir ekip çalışması yürütüldü; çeviri metnin, hem kaynak metne, hem de Türkçe’nin anlatım koşullarına olabildiğince uygun bir yapıya kavuşması için çaba harcandı. Tüm bu süreç dahilinde Muhammed Hamidullah’ın uyguladığı yöntem izlendi. (…) Sonucun, birçok okur için şaşırtıcı gelebileceğini kabul ediyoruz. (…) Ama her şeyden önce şunu hatırlatmalıyız: Bu çeviride uygulanan yöntemin temel yaklaşımı, metni okura değil okuru metne götürmektir. M. Hamidullah, okura alışkanlıklarına ters düşen bir metin sunuyor ve bunu okumaya, anlamaya çağırıyoruz. Bu metinde okur, şimdiye değin bir Kur’an çevirisinde hiç rastlamadığı “gösterge,öykü, anlatı” gibi kimi sözcüklerle karşılaşacaktır. Hamidullah hocanın “âyet” sözcüğü için seçtiği iki ayrı anlam birbirine karışır, anlamın birisi kaybolurdu. Arapçadaki “zikir” sözcüğü çoğunlukla “hatırlatma” sözcüğüyle karşılanıyor ve sözcük Kur’anı belirttiğinde, özel ad olarak yazılıyor. Dahası notlarda da bunun gerekçesi açıklanıyor. Hamidullah’ın tutumuna örnekler: Kur’an: okuma, İslâm: teslimiyet, ceza tümüyle karşılık, “azap”ın, her zaman ceza olarak çevrilmesi, Hamidullah’ın tutumuna birkaç örnek. Bunlar okuru şaşırtacağı gibi düşünmeğe de yöneltecektir. Bizi sigaya çekecekler için açıklama yapalım: Hiçbir sözcüğü kolayca ve iş olsun diye seçmedik. Seçilen sözcüğün, geçtiği tüm âyetlerde aynı işlevi yerine getirip getirmediğini denedik. Çekingen, dahası korkak davrandığımız bile söylenebilir. Az daha bizim zakkum’u feda edecektik. Kısacası biz, sözcüklerin kökeninden çok anlatımdaki anlamı aktarmaktaki işleviyle ilgilendik. Aziz Kur’an yöntemiyle, yaklaşımıyla bir ilk örnek, özgün bir çalışma. Hamidullah’ın onca birikiminin, emeğinin bir ürünü. Bu gerçekten yetkin çalışmayı gerektirdiği ölçüde doğru, yeterli ve güzel bir biçimde aktabildiğimizi söyleyemeyiz. Bütün çabamıza karşın, farkına varmadığımız yanlışlar yapmış olabiliriz. Bu çalışmayı sonlanmış bir çalışma olarak görmüyoruz. Tersine, üzerinde sürekli çalışılması, yanlışlardan arındırılması, sürekli yetkinleştirilmesi gereken bir çalışmanın ilk adımı olarak görüyoruz. Bu nedenle eleştirilerin de bu çalışmaya önemli katkılar sağlayacağına inanıyoruz. Başarı Allah’tandır .

Yayın Kurulu



Düşünce, siyaset, ahlâk ve algıda düzey düşüklüğü ve niteliksizlik

 

Yerel yönetimlerde, siyasî ortamda, basın-yayın âleminde, başlıkta belirttiğim anlamda bir seviye yüksekliğinden söz etmemiz maalesef mümkün değil. Onun için tartışmaların, sohbetlerin; dergilerde, gazetelerde çıkan yazıların merakla, ilgiyle okunması ve dolayısıyla bu etkinliklerin seviye yükselmesine yol açması bu türlü bir gerçekleşme yönünde ışıltılarla heyecan ve umut dünyamızı etkileyip beklenti içinde olanları umutlandırıyor.

Tam aksine olumsuz ve kötümserliğe sebep olan olaylara da tanık olunuyor. Bazı isimler daha önce bulundukları makamlarda görevleri sırasında olumsuz anlamda ünlenmeleri sebebiyle dillere düşüyorlar. İnsanların umutları ve iyimserlikleri karamsarlığa dönüşüyor. Sanki görevlerini bihakkın yaparlarsa halka umut ve iyimserlik vereceklerini hiç düşünmüyorlar mı !?

Kendilerinden olumlu ve takdirkâr anlamda söz edilenler mi daha önemsenir, saygın görülür ; yoksa olumsuz ve değersiz bilinenler mi ? Belki olumsuz ve değersiz kimseleri de bu özellikleriyle beğenenler vardır. Yolsuzluk yapmak, hele bunu takdir edilesi bir meziyet olarak görmek, yolsuzluk yapanı önemsemek nasıl bir anlayış ve ahlâktır? Ne yazık ki böylelerinin varlığı da bir hakikattır.

Ahlâklı, dürüst, çalışkan, başarılı insanlar hep o meziyetleriyle anılırlar. Onlarla gurur duyulur. Elbette onlarla arkadaşlığın zevki ve tadı başkadır.

“İslâm Medeniyeti tarihi” çalışmak

 

Prof. Dr. İlhan Kutluer‘in İZ Yayıncılık’tan çıkmış 1000. eser olan Felsefî Gök Kubbemiz kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Yeniden keşif terimiyle asıl ifade etmek istediğimiz klasik eserlerin bilimsel keşfine dayalı, kriz çözücü ve inşa edici tefekkürdür. Bu çerçevedeki akledişlerimiz artık metinler ve fikirler arasındaki tarihsel sebeplilik zincirini, hayatın içinde yaşadığımız problemler ışığında anlamlandırmak üzere bütüncül bir bakışın konusu yapmaktır. Yeniden keşif bizden bilim insanı olduğumuz kadar, belki ondan ziyade mütefekkir olmamızı ister. Bildiklerimiz, öğrendiklerimiz, açıkladıklarımız yanı sıra anladıklarımız, yorumlayıp anlam verdiklerimiz ve kritik ederek yeniden ürettiklerimizde kendisini gösterir.”

“Yeniden keşif, keşfedilenin yeniden üretilmesi, değerlendirilmesi, anlamlandirilmasıdır çünkü. İslâm düşüncesi tarihi alanında doğru bilgiyi üretmek ilmî anlamda keşif iken, bu bilginin tarihsel ve güncel bağlamda taşıdığı anlam yeniden keşfe konu olandır. Açıkçası yeniden keşif bir hermeneutik tefekkür sürecidir. Tefekkür geleneğimizin klasiklerine ilişkin kapsamlı bır hermeneutik teoriden henüz yoksunuz, çünkü bu azim bir iştir. Bununla birlikte kelâm, felsefe ve tasavvuf geleneklerini hem farkları hem de ilişkisi içinde değerlendiren ve yeniden keşif yönelimli düşünce tarihleri de yazılmaktadır. Bunlar içinde Muhammed İkbal, Rızâ Tevfîk, Hilmi Ziya Ülken, Fazlur Rahman, Seyyid Hüseyin Nasr, Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Âbid el-Câbirî gibi müellifler sayılabilir. Sözgelişi Câbirî’nin beyan, burhan, irfan kavramları üzerinden geleneğe değer ve anlam yükleyen önemli projesi göz önünde bulundurulduğunda bu müellifin entelektüel tarih ile ilgisinin esâsen İslâm dünyasının içinde bulunduğu entelektüel sorunların çözümüyle ilgili olduğu ve bu sebeple son derece güncel bir meseleden hareket ettiği hemen anlaşılabilir. Kendisi hem tarihsel oluşumlar, hem kararlı yapılar hem de bu süreklilik arz eden gelenekler üzerinde belli çerçevede yorumlara gitmiş, böylece İslâm dünyasının içinde bulunduğu düşünce sorunlarının kökenine ineceğini varsaymıştır. Dolayısıyla tefekkür geleneğinin klasiklerini anlamak, yorumlamak ve eleştirmek rahmetli müellif Câbirî için güncel sorunların çözümüyle ilgili idi ve dolayısıyla Müslümanların geleceğini de ilgilendiriyordu. (…) Bu hususta bazı şeyleri fark etmek için hiç değilse Batı akademyasının kendi gelenek ve klasikleriyle kurduğu canlı ilişkiye dikkat kesilmemiz bile fikir verici olacaktır. Benim gelenek karşısındaki kişisel tutumum, geldiğim fikrî aşamada rekonstrüktiftir (yapıcıdır; yeniden oluşum mantığını esas alır). Geleneksel olan yeniden keşfedilecekse modernler olarak bizler kibirli davranmayıp geleneğin bize öğretmesine izin vermeliyiz. Açıkçası yeniden keşif bir hermeneutik tefekkür sürecidir. Tefekkür geleneğimizin klasiklerine ilişkin kapsamlı bir hermeneutik teoriden henüz yoksunuz; çünkü bu azim bir iştir. Bununla birlikte kelâm, felsefe ve tasavvuf geleneklerini hem farkları hem de ilişkisi içinde değerlendiren ve yeniden keşif yönelimli düşünce tarihleri de yazılmaktadır. Bunlar dâhilinde Muhammed İkbal, Rızâ Tevfîk, Hilmi Ziya Ülken, Fazlur Rahman, Seyyid Hüseyin Nasr, Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Âbid el-Câbirî gibi müellifler sayılabilir. Söz gelişi Câbirî’nin beyan, burhan, irfan kavramları üzerinden geleneğe değer ve anlam yükleyen önemli projesi göz önünde bulundurulduğunda bu müellifin entelektüel tarih ile ilgisinin esâsen İslâm dünyasının içinde bulunduğu entelektüel sorunların çözümüyle ilgili olduğu ve bu sebeple son derece güncel bir meseleden hareket ettiği hemen anlaşılabilir. Kendisi hem tarihsel oluşumlar, hem kararlı yapılar hem de bu süreklilik arz eden gelenekler üzerinde belli çerçevede yorumlara gitmiş, böylece İslâm dünyasının içinde bulunduğu düşünce sorunlarının kökenine ineceğini varsaymıştır. Dolayısıyla tefekkür geleneğinin klasiklerini anlamak, yorumlamak ve eleştirmek rahmetli müellif Câbirî için güncel sorunların çözümüyle ilgili idi ve dolayısıyla Müslümanların geleceğini de ilgilendiriyordu. (…) Benim gelenek karşısındaki kişisel tutumum, geldiğim fikrî aşamada rekonstrüktiftir, yeniden teşekkül mantığını esas alır. (…) Geleneğe hayat veren ilkeleri ihya, geleneğin tecrübî yönlerini başarı ve başarısızlık açısından kritik edip değerlendirme ve nihayet tarihsel ve birikimsel yönlerini güncele eklemleyip yeni zamanlar ve birikimler açısından tecdit etme… Kanaatimizce böyle olmalı, çünkü yeniden keşif çabası ancak yeniden teşekkül gayesiyle anlam kazanır. Bizim klasikleri yeniden keşif çabamızın, ilmî meraklarımız ya da akademik yükümlülüklerimizin ötesindeki asıl gayesi XXI. yüzyılın ilk çeyreğini idrak ederken hâlâ derinden yaşadığımız entelektüel krizin aşılması yönünde köklü, özgün, kalıcı küresel dünya için değer taşıyan ve ilham verici okumalarla entelektüel geleneğimizi yeniden kurarak insanlığa yepyeni felsefî ufuklar kazandıracak kelamcı, filozof yahut mutasavvıfların, bu ufuklardan ışık alan bilim, düşünce ve sanat insanlarının yetişmesine fikrî zemin hazırlamak olmalıdır.”

M.Orhan Okay’ın “Silik Fotoğraflar Portreler” kitabından alıntılar

 

Bana, geçmiş zamana hep bir dürbünün tersinden bakıyormuşuz gibi gelir.” (Orhan Okay’ın ÖNSÖZ’ünün ilk cümlesi)

“Abdülhak Hamid, Makber mukaddimesinde kitabını okuyanların bir kabristanı ziyaret etmiş olacaklarını söyler. Hatıra ve portre yazıları ise bana göre Makber‘den daha fazla kabristan ziyaretini andırıyor.” (ORHAN OKAY ‘ ın ÖNSÖZ’ünden)

YARIM yüzyıl öncesi öğrencisi olduğum Vefa Lisesi 125 yaşında. Geçmişi muhafaza etmeye fazla meraklı olmayan toplumumuzda bu tarih epey uzun bir ömrü işaret ediyor. Binaların korunması ayrı, kurumların yaşamaları ayrı şeylerdir. Binalar yanar, yıkılır; ama kurumlar nesilden nesile, asırdan asıra devam eder. (…) Bizde kaç ticari kurum, kaç matbaa, kitabevi, gazete bir asır öncesine gidebilir? Onun için, böyle bir toplum yapısı içinde 125 yıl gerçekten uzun bir ömür. (…) Ben 1947’de liseye kaydolunduğum zaman okul, orta yerde bulunan tarihî büyük bina ile onun merdivenli geniş avlusunun iki yanında bulunan ve İkinci Meşrutiyet’ten sonra eklenmiş ikişer katlı iki küçük binadan ibaretti. Şimdi bu yapıların mimarisini tamâmen bozan hantal bir beton bina avlunun büyük bir kısmını ortadan kaldırmış bulunuyor. Bahsettiğim merkezî ve tarihî bina Sultan Abdülmecid’den Abdülhamid’e kadar dört padişahın döneminde de sadrazamlık yapmış bulunan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa’nın taş konağıdır. (…) Ben lisenin ilk iki sınıfını bu binada okudum. (…) Üçüncü sınıfa geçtiğim zaman yanımızdaki Dede Efendi Sokağı’nda bulunan, fakat bizim bina ile arasındaki bir bahçe duvarının yıkılmasıyla hiç sokağa çıkmadan içerden geçilebilen başka bir binaya taşındık. (…)

Yakın zamanda çekilmiş fotoğrafta Mütercim Rüşdü Paşa’nın taş konağı olan binanın görünen yan cephesi asıl binanın aşağı yukarı üçte biridir. Zemin kattaki demir parmaklıklı üç pencere benim lise birinci sınıfı okuduğum dershaneye aitti. Fotoğrafın çekildiği yer ise 5. Vakıf Han’ın yan giriş kapısı önündeki avludur. 1949-1950 ders yılında taş Konak ortaokul sınıflarına bırakılmış, giriş lise sınıfları merdivenleri görülen binaya nakledilmiştir.

1947-1948 ders yılında lisenin ilk sınıfını (9. sınıf) okuduğum 4/G dershanesinin önünde altmış beş yıl sonra. Karanlık bir sınıftı. Resimde görülen pencereler, sonradan yapıldığı belli olan tek katlı tek katlı uzun bir binanın içine bakardı. Burası okulun arşivi olarak kullanılan izbe bir yapıydı. Pencereden baktığımızda karma karışık, üst üste, hatta pencerenin hizasına kadar yığılmış toz toprak içinde kâğıtlar, dosyalar görürdük. Bir gün son ders bitince herkes dışarı çıktıktan sonra sınıf arkadaşım Sadi Erözbek’le beraber kaldık. Galiba çiviyle çakılmış olan pencereyi zorlukla açarak elimizi uzatabildiğimiz birkaç dosyayı çıkardık. (…) Bunların Cumhuriyetten önceki bir dönemin öğrencilerine ait karne ve evrak olduğunu anladık. Eski harfleri öğrendiğim yıllardı. Karnelerde yazılı “Terbiye-i bedeniyye”, “Malûmat-ı diniyye”, “Riyâziyye”, ” Tavr ü Hareket” gibi ders isimlerini okuyup uzun uzun gülmüştük. Hangi seneye ve kimlere aitti, unuttum. Deponun ne zaman yıkıldığını, arşivin ne olduğunu da bilmiyorum. (…)

Tek Parti iktidarının son yılında, 1949 yılı başlarında, birtakım reformlar yapmak üzere kurulan Şemsettin Günaltay kabinesinin Maarif Vekili Tahsin Banguoğlu, siyasî akımlara bulaştığı mülahazasıyla Yüksek Öğretmen Okulu’nu lağvetti. Henüz mezun olmamış öğrencilere de burs verilerek fakültelerine devamları sağlandı. Bunlar arasında yine Ahmet Kabaklı, Nihat Çetin, Bekir Kütükoğlu, Kaya Bilgegil gibi isimler aklımda kalmış. (…) Vefa’nın lise sınıflarının Yüksek Öğretmen Okulu binasına geçmesi de o yıl oldu. (…) 1949-1950 ders yılında lise son sınıfı okuyarak mezun olduğum Vefa Lisesi binası ise Vakıflar idaresinin 1911’de Mimar Kemalettin’e yaptırdığı 5. Vakıf Han. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Yüksek Muallim Mektebi’ne verilmiş. (…) Ama benim için, belki pek çokları için de Nurettin Topçu’nun dersleri, seminerleri bambaşkaydı. Sınıfımız en üst katın köşesindeydi. Penceresinden Süleymaniye bütün haşmetiyle görünürdü. Topçu sene sonu son dersinin son cümlesini yine Süleymaniye’ye bakarak noktaladı: “Biz sosyolojiyi bitirdik, caminin tamiri bitmedi.”