“Mü’min mü’minin aynasıdır”
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin eseri FÎHİ MÂ FÎH (Tercüme : Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan: merhûm Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık) den bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“İtâb (azarlama) devam ettikçe dostluk da devam eder. Çünkü itâbı dostlara ederler, yabancıya itâb olunmaz. Şimdi bu itâb da çeşitlidir. Üzerinde derdin etkisi ve ondan haberi olan kimse hakkında bu itâb, inâyet (iyilik) kanıtı ve muhabbettir. Velâkin vâki itâb, üzerinde etki hâsıl etmeyen kimse için muhabbet kanıtı değildir. Nitekim tozlarını çıkarmak için bir halıya sopa vururlar. Âkıller buna itâb demezler. Velâkin kendi oğlunu ve ahbâbını döversen, ona itâb derler; ve muhabbetin kanıtı böyle bir yerde görünür olur. Mâdemki kendinde bir derd ve nedâmet görüyorsun, bu Hakk’ın itâb ve muhabbetine delîldir.
Eğer din kardeşinde bir ayıp görürsen, o ayıp sendedir, oysa onda görüyorsun. Âlem âyîne gibidir, kendi nakşını onda görürsün; çünkü “Mü’min mü’minin aynasıdır” buyrulmuştur. O aybı kendinden yok et! Zîrâ incindiğin şey sendedir. Bir fili su içmek için bir pınara getirdiler. Suyun içinde kendini görünce ürktü. Oysa o, başkasından ürktüğünü zannetti; kendisinden ürktüğünü bilmedi. Sende zulüm, kin, hased, hırs, merhametsizlik ve kibir gibi bütün kötü ahlâk olduğu hâlde, bundan münfail (alınmış) değilsin. Bunları bir başkasında görünce alınmış olup ondan ürkersin. Dolayısıyla bil ki, kendinden incinir ve ürkersin. “Kâfir kâfirin aynasıdır” denilmemiştir. Bu söz “kâfirler için ayna yoktur” demek değildir. Ancak kâfirin kendi aynasından haberi yoktur, demek olur.
Padişahın biri öfkeli olarak bir nehir kenarında oturmuş idi. Üst düzey devlet memurları onun gazabından korkar olup, hiçbir sûrette yüzleri gülmüyordu. Onun bir maskarası olup, gayet mukarreb (yakın) idi. Âmirler ona müracaat edip: “Eğer pâdişâhı güldürürsen sana şunu veririz” dediler. Maskara padişahın yanına gitti, her ne kadar cehd etti ise, padişah ona bakmadı. Padişahı güldürmek için türlü çabalar gösterdi. Fakat padişah suya bakar ve başını kaldırmazdı. Maskara pâdişâha “suyun içinde ne görüyorsun?” dedi. Padişah: “Pezevengin birini görüyorum” dedi. Maskara cevap verdi: “Ey âlemin pâdişâhı, bu bende dahi kör değildir, senin gördüğünü o da görüyor.
Yani “O, ölmeyen bir diridir.” O’nun o derece Lutfu vardır ki, eğer mümkün olaydı, senin için ölürdü. O vakit ikilik kalkardı. Şu halde mâdemki O’nun ölmesi mümkün değildir, / sen öl, tâ ki O sana tecellî eylesin ve ikilik kalksın. Aynı cinsten iki kuşu berâberce bağlasan, iki kanat dörde çıkmaz olduğu halde, uçamazlar; ikilik kaimdir. Velâkin diri kuşa, bir ölmüş kuş bağlasan, o uçar; zîrâ ikilik kalmamıştır. Güneşin o mertebe lutfu vardır ki, yarasanın huzûrunda ölür. Fakat onun ölmesine imkân olmayınca böyle söyler: “Ey yarasa, lutfum bütün cihana vâsıl olmuştur. Senin hakkında da ihsân etmek isterim. Senin ölmen mümkün olduğundan, huzurumda öl, tâ ki benim celâl nûrumdan behremend (hisseli) ve hüffâşlıktan hârice çıkıp yakınlık kafının ankâsı olasın.”
“(…) Şu halde Hak nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve içtihâd göstermeyen adam, adam değildir. İdrâk olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, ictihâddan hâlî kalmayıp, bî-ârâm ve bî-karâr (durup dinlenmeyen ve kararsız) olarak Hakk’ın Celâl nûrı’nın etrâfını devr eyliye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemiye.”