Mayıs 2025 Posts

“Mü’min mü’minin aynasıdır.”

 

Oysa “Kâfir kâfirin aynasıdır” denilmemiştir. Kâfirin kendi aynasından haberi yoktur, demek olur.

“Mustafâ (a.s.v.) Efendimiz, ashabdan birisine: “Seni çağırdım, niçin gelmedin?” diye itâb (azarlama) buyurdular. “Ben bîçâreyim”, diye cevap verdi. Buyurdular ki: İyidir, eğer tüm vakitlerde dâimâ bîçâre olursan, her bir hâl içinde, hattâ kudret hâlinde bile, acz hâlinde olduğu gibi, kendini bîçâre görürsün. Zîrâ senin kudretinin fevkınde bir kudret vardır; ve sen tüm hâllerde makhûr-ı Haksın (Hakk’ın gazabına uğrayansın); senin hâlin iki kısım değil midir? Bazan çaresiz ve bazan çareli. Bakışını onun kudretine atf et ve dâimâ kendini çâresiz ve âciz ve miskin bil! Değil yalnız zayıf olan âdem, belki arslanlar, kaplanlar ve timsahlar da, bütün onun çâresizleri ve lerzânıdırlar (titreyenleri); ve gökler ve yerlerin hepsi çâresiz ve O’nun hükmünün ra’şedârıdır (ürkeni, titreyenidir) .

“Gerçek fakirlik, ihtiyacını Hak’dan istemek ve mahlûkâttan müstağnî olmaktır.”

” Abdullah (Allah’ın kulu) olmayanlar, abdü’ş-şehvet, abdü’s-servet veya abdü’l-mansıb yani makamın kulu olmaktan kurtulamazlar.”


“Hz. Mevlânâ pâdişahlar ile sohbeti ve yakınlığı baş gitmesi ihtimâlinden dolayı tehlikeli görmez; çünkü baş bugün olsun, yarın olsun mutlaka gidecektir. Mevlânâ’nın endîşe ettiği asıl tehlike; bir kimsenin bunlar ile sohbet edip onlara muhabbet ederek mallarını kabul etmesiyle, onların arzûsuna ve mizâcına göre söz söylemesi ve gönüllerini gözeterek fena görüşlerine iştirak etmesidir.”

“Devlet adamlarının kendi menfaatlerini gözeterek hareketi, Hakk’a ve halka hizmet anlayışını zedeler. İlmi, kendisine menfaat sağlayan bir vâsıta olarak gören âlimlerin çoğalması tâatın fesâdına sebeb olur ve halkın ahlâkı da bozulur. Bu ahlâkî çöküş, kazanç yollarını da bozar.”

“Bu fesâd, devlette adâletsizliği, öğretim kurumlarında tamahkârlığı, halkta riyâkârlığı artırır.”

“Devlet adamları, kıblesini çoğaltmamış, abdullah (Allah’ın kulu) olma idealini kaybetmemiş âlimlerden yüz çevirmedikçe; âlimler menfaat ve mansıb niyetiyle devlet adamlarına yaklaşmadıkça ve halk her işi i’tibâr talebiyle yapmadıkça tefessüh etmez (bozulmaz).”

“Tasavvuf edebiyatı klasiklerinden Keşfü’l-Mahcûb isimli eserin yazarı Hucvîrî’ye göre, ilimsiz emîr, takvâsız âlim, tevekkülsüz halk şeytanın yoldaşı olur.”

n

El-Bâtın(numen) ve Ez-Zâhir (fenomen)

 

“Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur. Âlem ve biz, O var olduğu için varız, bizim varlığımız O’nun varlığıdır. Biz yoktuk O vardı, sonra o varlığından bir nebze bize de verdi ve biz de O’nunla var olduk. Bize verdiği o emanet varlığı geri alacak olsa biz var olmayız, aslımız neyse ona döneriz.

O bir başına kendi zâtında müstağrak bir halde bulunuyorken kendindeki güzellikleri paylaşmak ve böylece paylaştığının üzerinde o kendine ait güzellikleri yine kendisi temâşa etmek ve o paylaştığının kendisini tanımasından, övmesinden hoşnut olmak isteyince bu ilâhî murâda ayna olabilecek istidattaki o ilk mahlûk (sav) işte bu arzu dalgalarının kabarmasıyla, taşmasıyla neş’et etmiş oldu. Böylece Ahad olan Ahmed oldu, Vâhid oldu. Küntü kenz’den (Ben Gizli bir Hazine idim) Levlâke levlâk (Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) oluştu. Böylece o Gizli Hazine’nin açılması, zuhûru başlamış oldu. Ancak bu iki mertebede yine ulûhiyyet dâiresi içerisinde bulunduklarından, daha O’nun sıfatları, isimleri birbirinden ayrılmamıştı. Zât, sıfatlar ve isimler hepsi birdi. İşte bu ilk ikinin büyük aşkından o sıfatlar ve isimlerin birbirinden ayrılmaları doğmuş oldu. Vahdet kesrete dönüştü. Ve bu mertebede taayyün eden her bir sıfat ve isim hâriçteki şeylerin her birinin hakîkati oldu. Bu hakîkatlerden her biri bir alta inerek basit cevherler olarak görünür oldular. El- Bâtın (numen) işte böylece artık ez-Zâhir (fenomen) oldu.

İşte insanoğlunun bu en temel sorularına bir cevap da Müslüman muhakkiklerden Şeyhu’l-ekber ünvanıyla meşhur Muhyiddîn İbn Arabî’den böyle gelecektir. Onun kendine has diyebileceğimiz ve bir başka müellifte göremediğimiz bu kabil açıklamalarından dolayı da kendisinin bu konuda orijinal bir müellif olduğunu söyleyebiliyoruz. Çalışmamızın ilerleyen sayfalarında işte bu müellifin hem hayatını ve eserlerini inceleyeceğiz ve hem de konumuzla ilgili görüşlerini bulup çıkarmağa çalışacağız. ( Mahmud Erol Kılıç’ın “İbn Arabî Düşüncesine Giriş Şeyh-i Ekber ” isimli SUFİ KİTAP (1.Baskı: Kasım 2009 ) yayını olarak Mahmud Erol Kılıç beyefendinin doktora tezinin kitaplaşmış hâlinin GİRİŞ bölümünün yarısı kadarını alıntılamamdan oluşuyor bu yazı.


İbn Arabî Düşüncesine Giriş

 

Mahmud Erol Kılıç’ ın ŞEYH-İ EKBER İBN ARABÎ DÜŞÜNCESİNE GİRİŞ (1.Baskı: SUFİ Kasım 2009, Yayına Hazırlayan: Nedim Tan Editör: Zeynep Öztek ).

“(…) Bu tezin bir hususiyeti de Türkiye akademik sisteminde “Tasavvuf Bilim Dalı”nın kuruluşunu müteakip bu dalda yapılan ilk doktora olma şerefini taşımasıdır. (…) Hem düşüncede ve hem tarihte kuruluşların pîri olan Muhyiddin İbn Arabî üzerine yapılan bir tezle bu branşın açılış yapması ümit edilir ki müteakip açılışlara vesile olsun. (…). Özellikle dikey, enfüsî terminolojiyle yapılan bir ilim olan tasavvufun sırf kelâm anlatımı için, meselenin daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla yatay, âfâkî terimler kullanmak zorunda kalındığı durumlarda bu daha da aşikâr bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Meselâ “Benim bu söylediklerim mantıkî bir sisteme tâbi değildir” diyen İbn Arabî’nin sisteminden bahsetmek, “Evliyâ ve enbiyânın yolu fikir ve nazarla. değildir” diyen İbn Arabî için onun fikirleri demek, “Feylesoflar aslında kendilerinde olmayan bir takım görüşleri başkalarından toplayarak değişik lâflar altında naklederler” diyen İbn Arabî için İslâm’ın kendi öz feylesofu tâbirini kullanmak, bazen ilm-i hakâyık (hakikatler ilmî) için metafizik kelimesini, varlık mertebeleri için ontoloji, keşf ve tecellî ile elde edilen maârif için epistemoloji, seyr-i sülûk için psikoloji tâbirlerini kullanmak hep meseleyi modern zihni oluşturan kavramlar aracılığıyla anlatabilmek ihtiyacından doğmaktadır. Özellikle, mesleğin yabancısı olmayan irfan sahibi okuyucunun bunları, mevcut anlayışın içini dolurduğu fikrî ve ideolojik manâlarından soyutlayarak adetâ sırf birer terim olarak görmesi halinde bu mahzuru hafifletebileceğini ümid ederim. Zâten böylesi iki dilli konuşma tarzı tasavvuf ehlinin pek de yabancısı olduğu bir uygulama olmasa gerektir. Hem şunu da unutmamak gerekir ki Hz. Şeyh de görüşlerini, çok büyük oranda içinde bulunduğu zaman diliminin ilmî muhitlerinde kabul edilmiş ve şöhret bulmuş kavramları kullanarak ifadelendir- mişti. En başta Vücûd terimi olmak üzere onun kullandığı birçok mefhum ilk defa kendisi tarafından icad olunuyor değildi. Ne var ki o, birçoğunun beşeriyet elinde oynana oynana kaymış semantik manâlarını bulup çıkardı ve bunlara yeni manâlar yükledi, yeni ruhlar üfledi. Zira ona göre sûretler, kalıplar ihtilaf eder ama manâ birdi.

Çalışmamızda başvurduğumuz eserlerin eğer ulaşabilmiş isek aslını kullanmayı tercih ettik; ancak aslına ulaşamadığımız durumlarda tercümelerden istifade yoluna gittik. Tabiatıyla en çok başvurduğumuz eser olan el-Fütûhat‘ın ise iki farklı nüshasını kullandık. Ardından (Thk.) rumuzunu koyduğumuz nüsha Dr. Osman Yahya tarafından hazırlanarak bugüne kadar 14 cildi çıkmış olan tahkikli Kahire neşridir. Bu rumuzun yer almadığı nüsha ise dört ciltlik Beyrut baskısıdır.

Mevzumuza geçmeden önce Hz. Şeyh’in yüksek rûhâniyetinden istimdat dilediğimizi ve kusurlarımızın da hoşgörüleceğini ümid ettiğimizi husûsan belirtmek isteriz. Yüce Allah onun sırrını takdîs, yolunu dâim ve himmetini de hâzır etsin.

Ayrıca bu çalışmamın başından itibaren göstermiş olduğu büyük sabır ve hoşgörüsüyle sahip olduğu engin bilgi- sinden istifade etmeme müsaade eden kıymetli hocam muhterem Prof.Dr. Mustafa Tahralı beyefendiye nihayetsiz minnettarlığımı ifade etmeyi bir borç telakki ederim. Çalışmam esnasında her zaman kendisinden büyük şefkat ve yakınlık gördüğüm fakat çok merak ettiği tezimin iki kapak arasına girmiş halini göremeden, misâl âleminde istirahat ettiği bir esnada ebedî istirahatgâh olan hakîkî aşk âlemine urûc eden, mazhar-ı serâpa-rahmet Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın beyefendiye Cenab-ı Allah’tan sonsuz rahmet niyaz ederim. Tasavvuf Bilim Dalındaki bu çalışmama yardımcı olan pek kıymetli hocalarım Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz ve Prof. Dr.İrfan Gündüz beyefendilere de en samimî şükranlarımı arz ederim. Yine muhterem hocam Prof. Dr. Bekir Karlığa beyefendiye de şükran borcumu edâ etmek isterim. Pek kıymetli arkadaşım Ali Pulcu beyefendinin de en samimî teşekkürlerimi kabul etmesini kendisinden dilerim.

                          Mahmud Erol KILIÇ                Kasım 1995

İstanbul

Müellif

Hamid Algar hakkında bilgi ve O’nun NAKŞİBENDÎLİKadlı kitabından alıntılar

 

Bu kitabı Türkçe’ye Çevirenler : Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş, Zeynep Özbek.

Kendisiyle bizzat İstanbul’da tanıştığım ve daha sonra Erzurum’da da karşılaşıp görüştüğüm (her iki ilde de evimize davet ettiğim ve kendisi de kabul edip buyurduğu bir arkadaş Hamid Algar. Bu kitabının baş tarafındaki kendisi ve çalışmaları hakkındaki metni aynen aktarıyorum.

HAMİD ALGAR

1940 senesinde İngiltere’nin güneybatısında doğdu. Lise tahsilini Londra’da tamamladıktan sonra 1961’de Cambridge Üniversitesi’nin Arap-Fars Filolojisi Bölümü’nden mezun oldu. Bir yıl kadar Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini izledikten sonra, Türkçe’yi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçti.Nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başladı. Ondokuzuncu asır İran’ında ulemanın siyasî rolleri konusundaki tezini 1965 senesinde tamamlayıp Kaliforniya Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Bölümü’ne katıldı. Burada irfan, tefsir, Şîîlik, İran’da İslâm tarihi, Arap-Fars ve Türk tasavvufî edebiyatı, İslâm felsefesi gibi konularda ders verdi. İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi birçok ülkede hem ilmî kongrelere katıldı, hem araştırmalarını sürdürdü. Yayınları birçok dilde oldu. 2010’da emekli olup başta Nakşîlik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konular üzerinde yoğun şekilde çalışmağa devam ediyor.

Kitabın ÖNSÖZ’ünden:

“Yaklaşık otuz beş yıl önce, gençliğin verdiği enerji ve saflıkla, tarîkatların belki en önemlisi olan Nakşibendîliğin ortaya çıkışı, İslâm dünyasında yayılmış olduğu bölgelerdeki tarihi, günümüzdeki konumu, âyin ve âdâbı; ilim, siyaset, edebiyat ve şiir alanları üzerindeki etkilerini içine alan uzun vadeli bir araştırma projesi tasarladım. Öğretim üyesi olarak bulunduğum Kaliforniya Üniversitesi’nden bir yıllık izin alıp projemi gerçekleştirmeğe başlamak niyetiyle arabayla Londra’dan yola çıktım. Uzun yolculuğumun ilk durağı Saraybosna, son durağıysa Delhi oldu. Bu, son derece verimli ve öğretici bir yolculuk idi. Bosna, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’da tarîkatın mensupları ve meşâyihiyle tanışmak; faaliyette bulunan tekke ve hankâhları ziyaret edip zikir toplantılarına katılmak; tarîkata ait muhtelif dillerde yazılan kitap ve yazmaları toplamak; kütüphanelerdeki yazmaları ya istinsah etmek (nüshasını çıkarmak) veya fotokopilerini almak – bütün bunlar bana nasip oldu. İznimi takip eden yıllarda da fırsat buldukça tekrar tekrar yollara düşüp araştırmalarımı sürdürdüm; mesela Malezya’da Güneydoğu Asya Nakşibendîliğinin özelliklerini öğrenmek imkânına kavuştum.

Fakat 1984 yılında ben yine bir izinden yararlanmak üzere Londra’dayken Amerika’daki evimin ve topladığım Nakşibendîliğe ait malzemelerin hemen hemen hepsinin bir yangında kül olduğunu öğrendim. (…) Maamafih projemden tamamen vazgeçmedim. İmkân nispetinde araştırmalarıma devam edip tarîkatın önemli şahsiyetleri ve değişik bölge ve devirlerdeki tarihini anlatan yazılar yazabildim; Cenâb-ı Hak kısmet ederse, elimde bulunan malzeme ile on-onbeş makale ve belki bir-iki kitap da yazmayı planlıyorum.

İşte şimdiye kadar telif ettiğim dağınık makalelerin Türkçesi bu kitapta toplanmış oluyor. (…) Kitapta bulunan eksikliklerin sorumluluğu tamamen bana aittir; muhterem okuyucuların affını dilerim. Gayret bizden; tevfik Allah’tan. (ÖNSÖZ’den) Hamid Algar ‘ld Mîlâdü’n-Nebî, 1427 /15 Nisan 2006

“Kitabımın yeni, genişletilmiş baskısını saygıdeğer Türk okurlarına sunarken açıklamak istediğim birkaç husus var.

Birincisi, şunu itiraf etmek lâzım ki, Türkiye Cumhuriyeti’nde Nakşîlik tarihi ve Bosna-Hersek Nakşîliği üzerinde seneler önce kaleme aldığım makaleler, her iki ülkede son yıllarda vuku bulan gelişmeler hakkında pek bilgi vermemektedir. Ehlülbeyt edrâ bi mâ fî’l- beyt (ev halkı evde olup bitenleri daha iyi bilir) meşhur atasözü göz önünde bulundurulursa, kitabın konusuna ilgi gösterenler büyük bir ihtimalle Türkiye Nakşîliğinin en son gelişmelerine vâkıflardır. (…)

İkincisi, çeşitli sebeplerden dolayı -en başta Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve sonuç olarak Orta Asya’nın zengin yazma koleksiyonlarına ulaşabilmek- son yıllarda Nakşîlik araştırmalarının büyük hız kazandığı âşikârdır. Muhtelif dillerde yapılan bazı yepyeni neşriyattan yararlanmak mümkün olmadı.

Üçüncüsü, kitabın yeni baskısına eklenen üç makalenin gösterdiği gibi, bu fakir, Nakşîlik tarihi sahasında faal olmaya devam ediyor. Emeklilik bereketinden, artık şu gençlik yıllarında tasarladığım projeye bütün vaktimi harcayacak durumdayım. (…) Son olarak, kitabımın yeni ve düzeltilmiş baskısını hazırlamakta gayretleri geçen bütün dostlara en samimî teşekkürlerimi sunarım.

Hamid Algar 27 Cemâziyessânî, 1432/ 30 Mayıs, 2011 (Üçüncü Baskıya ÖNSÖZ’den)

Kitabın birkaç yerinden alıntılar: ” (…) Hulefâ-i Râşidîn dörtlü yapısının açık bir taklidi olarak Hemedânî dört halef tayin etmiştir. Bunlardan ikisi önem arzeder; Yesevîyye’ye ismini veren Ahmed Yesevî (v.562/1167) ve Nakşibendiyye silsilesindeki ikinci halka olan Hâce Abdulhâlık Gucduvânî. Nakşibendiyye silsilesi yoğun bir şekilde halkı Farsça konuşan ve İslâm kültürünü tamâmen benimsemiş bölgelerde büyürken; Yesevî halkasının ya sathî ya da hiçbir şekilde İslâmîleşmemiş Orta Asya’daki Türk halklarına yönelerek Nakşibendiyye’den kendisini ayırdığı söylenmektedir. (dipnot: Bu tez ilk defa Fuad Köprülü tarafından Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (yeni baskı, Ankara, 1966) isimli klasik eserinde sunulmuştur.) Bir noktaya kadar bu ayrım fena değildir ve Yesevî tarîkatının ilk dönem şeyhlerinin “Türk şeyhler” olarak ifade edildiğini görmekteyiz. (dipnot: Abdurrahman Câmî,Nefehât el-Üns, ed. Mehdi Tevhidipur (Tahran,1336 Sh./1957), s.377.) Ancak Yesevî edebiyatının hatırı sayılır bir çoğunluğu, onuncu/on yedinci asra kadar Farsça kaleme alınmıştır; bundan hareketle Farsça konuşan şehir sâkinleri arasında bir Yesevî varlığı çıkarımında bulunabiliriz. (dipnot: Bkz. meselâ, Reşid Efendi 372, ff. la–316b isimli elyazmasında Akhund Molla Muhammed Şerif Yesevî’nin eserleri.) Bunun zıddı olarak Nakşibendiyye tüm büyük Türk halkları, biraz daha hızlı olarak da Özbekler, Tatarlar ve çok geçmeden de Türkmenler, Kazaklar ve Kırgızlar arasında nüfûzunu genişletmiştir. İki tarîkat arasındaki temel ayrım noktası etnik tesir olmayıp zikir metodunda yatmaktadır. Yesevî ve halefleri çıkardıkları törpüvarî sese bakılarak testere zikri (zikr-i erre) adı verilen cehrî bir zikir uygularken, Gucduvânî hafî zikri tercih etmiş ve bunu nihâî olarak Bahâeddîn Nakşbend’e nakletmiştir. Bazılarına göre testere zikrinde, Türkler arasında hâlen yaşar durumdaki Şamanist kalıntıların bazı izleri görülebilir; ancak aynı tekniğin Orta Asya göçebeliğinin etkisinin bulunmadığı Hindistan ve Fas’ta da görülmesi düşünülünce, bu hipotez handiyse öne sürülemez. (dipnot: Hindistan’daki durum için bkz., Muhammed Ghauth Shattari (v. 970/1562), el-cevâhir el- Hams, yazarın derlemesindeki elyazması, f. 123b, ve Fas’la ilgili olarak, Emile Dermenghem, Le culte dessaints dans I’Islam maghrebin (Paris, 1954), s.325.) İki tarîkatteki cehrî ve hâfî zikir Orta Asya’da cehriyye (açık tarz) ve diğeri de hafiyye (gizli yada sessiz tarz) olarak ifade edilir. Bu açık ayrıma ve bazen olagelen husûmete rağmen (dipnot: Bkz. mesela, Akhund Molla Muhammed Şerif Yesevî’nin cehrî zikre karşı çıkan Nakşibendîlere yönelik tartışmaları: Huccet ez-Zâkirîn, elyazması. Reşid Efendi 372, ff.la-203b.) Yesevîyye ve Nakşibendiyye, her zaman ortak ataları Yûsuf Hemedânî’nin bilincinde kalmışlardır ve ikili Yesevî-Nakşibendî ilişkisinin birleşik olduğu durumlar hiçbir sûrette bilindik değildir. Hemedânî ondan öncede Hâce olarak isimlendirilse de, Abdulhâlık Gucduvânî’nin, Nakşiendiyye geleneğinde Sersilsile-i Hâcegân “hocaların ilk halkası” olarak adlandırılışı, hafî zikri benimsemesi sebebiyledir. Gucduvânî, Buhâra’da eğitim alırken, Kur’ân’daki “Rabbinize yalvara yakara, gizlice dua edin” (7:55) âyetiyle karşılaşmış ve tefsirini hocasından dilemiştir; ama nafile. Çok geçmeden inisiyatik prensibinin ölümsüz ve her yerde hazır karakteri olan Hızır’a rastlamış; O da Gucduvânî’ye hafî zikir usûlünü öğretmiştir. Suya dalmışken Allah’ın adını üç kez tekrar etmesini söylemiştir ki bu durum hem pratik hem de sembolik önemi haizdir. (dipnot: Fahreddin Ali Safî, Reşâhat Ayn el-Hayât (Taşkent, 1329/1911), s. 18-20.) Gucduvânî, Nakşibendî silsilesine sadece hafî zikri değil, ayrıca sonradan Bahâeddîn Nakşbend’in üç ilke daha eklediği “kutsal kelimeler” (kelimât-ı kudsiyye) olarak bilinen ve Nakşibendiyye’nin tüm kollarında sürekli bir rağbet gören sekiz ilke miras bırakmıştır. (dipnot: Kelimât-ı Kudsiyye Nakşibendî tarîkatının neredeyse her elkitabında sıralanıp açıklanmıştır. Meselâ Bkz. Hâce Muhammed Parsa, Tuhfet es-Sâlikîn (Delhi,1390/1970), s.119-121.) Kudsî kelimeler tarîkata özgü br doktrin teşebbüsü olarak ele alınmamalı, daha ziyade karakteri ve manevî metodun genel bir tesbiti olarak görülmelidir. Bunun yakın bir benzeri Gucduvânî’nin çağdaşı olup, Harezm menşeli ve daha sonra Buhâra bölgesinde yayılan Necmeddîn-i Kübrâ’nın “on prensip”inde (usûl-i aşere) görülebilir.(dipnot: Metin Marijan Mole,”Traites mineurs de Nağm al-Din Kubra ” Annates lslamolologiques (Cairo), IV (1963), .15-22’de bulunmaktadır. Aslında bu “kuralların” Orta Asya’daki tarîkatlara özgü olması muhtemeldir.

Gucduvânî 617/1202’de vefat etmiş olup türbesinin bulunduğu memleketi Gucduvan, Buhâra bölgesinin Bahâeddîn Nakşbend’in türbesinin dahi tam olarak gölgede bırakamadığı büyük bir ziyaret merkezi haline gelmiştir. (…) Ayrıca günümüzde türbenin ara sıra vuku bulduğu üzere Sovyet yetkililerinin güçlük çıkarmalarına rağmen bir ziyarethane olarak ayakta kalabildiği söylenmektedir.

Silsiledeki beş halka Abdulhâlık Gucduvânî’yi, silsilenin Bahâeddîn Nakşbend’in yardımlarıyla nihâî belirginleştirmesinden ayırır: Hâce Ârif Rîvgerî, Hâce Mahmûd İncir Fagnavî, Hâce Ali Râmitenî, Hâce Baba Muhammed Semmâsî ve Seyyid Emîr Külâl. Bahâeddîn Nakşbend bu zincirin son iki halkasıyla bağlantılıdır. Semmâsî, Buhâra yakınındaki Kasr-ı Ârifân’dan geçerken, her zaman bu topraktan yükselen manevîyât esansının kokusunu alabildiğini ifade eder. Bahâeddîn burada 718/1318’de doğduğunda, bu kokunun ma’nâsını anladığını beyân edip çocuğu manevî evlâdı olarak kabul eder. (dipnot: Salâheddîn Muhammed Buhârî, Enîs et- Tâlibîn, elyazması. Bodleian, Farsça e 37, ff. 48a-48b.)

Semmâsî daha sonra Bahâeddîn’in manevî eğitimi vazifesini, halifesi Emîr Külâl’e devretmiştir. Külâl’ın, büyük Timur’un mürşidi olduğu söylenegelmiştir; eğer bu doğruysa, Nakşibendiyye tarîkatı ve Timur Hânedânı arasında var olan yakın ilişkinin ilk örneklerinden birisi olarak ele alınmalıdır. (…)

Emîr Külâl’le Bahâeddîn arasındaki ilişkinin kesin tabiatı da müphemdir. Nakşibendî kaynakları tabiî olarak Bahâeddîn’i rakibi olmaksızın Emîr Külâl’in esas halefi olarak sunarlar; ancak Emîr Külâl’in büyük torunu Mevlânâ Şihâbeddîn’in kaleme aldığı hayat hikâyesi Bahâeddîn’e sadece kısa atıflarda bulunur; onu esas halefleri içinde bile saymaz. (dipnot: Mevlânâ Şihâbeddîn, Menâkıb-ı Emîr Külâl, elyazması. Zeytinoğlu (Tavşanlı), 169, f.125b.)



Özgür Özel iyi konuşabiliyor mu?

 

Halk arasında kimi konuşanlar için konuşması gıcık denilir ya, buna örnek göstermem istense ister istemez aklıma Özgür Özel geliyor. CHP’nin önceki genel başkanlarından hiçbiri bu derecede gıcık konuşma yapmazlardı. Konuşurken âdeta her tarafı hareket hâlinde, bu da dikkat çekiyor olsa gerek belirgin biçimde.

Elbette gözlemimi iletiyorum bunu ifade ederken. Belki bir uyarı olarak algılanır. Dilerim bir vatandaş olarak izlenimimi yansıtmam, bir siyasal partinin, hem de ana muhalefet partisinin başkanı için buna dikkat çekmem tuhaf karşılanmaz; dahası nâçizâne bir uyarı veya hatırlatmadır yaptığım. Olmamalı mı böylesi uyarılar? Olmalı bence. Bunda bir kötülük değil, iyilik var.

Sâkin konuşursa belki bu hareketliliği belirgin olarak dikkat çekmez. En iyisi bir denesin, kontrol etsin kendini konuşurken.