Haziran 2025 Posts

“Türk yazısında her türden noktalama kelimenin anlamını verir.”

 

İsmet Özel’in İstiklâl Marşı Derneği internet portalı İsmet Özel Köşesi’nde ALIN TERİ GÖZ NURU üst-başlığı altında çıkan NOKTALAMA başlıklı 1 Zilhicce 1446 (28 Mayıs 2025) tarihli yazısının (www. istiklalmarsidernegi.org.tr) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Harf inkılabı neticesinde okuryazarlığı Lâtin harfleriyle gerçekleştirme çabamız noktalama kelimesinin anlamını değiştirdi. Türkçeyi Lâtin harfleriyle yazdığımız zaman noktayı ı’nın i’den, o’nun ö’den, u’nun ü’den farklı olduğunu göstermek için kullanıyoruz. Elimizde bir de virgülü andırır bir işaret var. Onunla c’yi ç’den, s’yi ş’den ayırabiliyoruz. Latin alfabesiyle yazılan her cümle büyük harfle başlıyor ve cümlenin sona erdiğini bitiş yerinde bir nokta bulunuşundan anlıyoruz. Noktanın bu şekilde kullanılışı bilhassa karşımıza tek parti dönemi geride kaldıktan sonra sık sık siyaset söyleminde çıkıyor. Siyasetçi bir konuda verilen veya verdiği kararın kesin olduğunu “nokta” kelimesini telaffuz ederek vurguluyor.

Noktalamanın Türk yazısındaki işlevi Lâtin alfabesinde olduğundan çok daha büyük ve önemlidir. Giderek Türk yazısı noktalamasız haliyle yazı olma özelliğini tamamen kaybedebilir.

Türk yazısında önce noktanın – bu bilhassa kitap harflerinde geçerlidir- bir mi, iki mi, üç mü olduğuna bakarız. Sonra harfin altına mı, üstüne mi konduğuna dikkat ederiz. Türk yazısında her türden noktalama kelimenin anlamını verir. Ayrıca her harf adeta canlıdır. Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözünün harfin canına bir gönderme olduğu gönül rahatlığıyla ifade edileblir. Türk yazısına Lâtin noktalamasının sızması Batılılaşma politikasının mahsullerinden biridir. Gerçeğe değer veriyorsanız aklınız Latin harflerini kullanmaya icbar edilmemizin Türkçeyi kaybetmemizle neticelendiğine erecek demektir. Evet, bu netice alınmıştır. Türkçe elimizden alınınca geriye aslından geri kalan bir döküntü kalmiştır. Bu döküntünün bir edebiyat ürettiği iddia edilebilir; ama bu nihayet bir iddiadır ve yıllardır ispat edilmeği beklemektedir.

Noktalamanın öneminin ve imkânının anlaşılacağı günü bekliyoruz. (…) Peki, hayatımızda tayin edici bir yer işgal etmiş olan şey neydi ve halen nedir? (…) Cazibeyi modernleşme, asrîleşme, muasırlaşma yarattı. (…) Devlet asayişi sağlayarak halkı kaşığıyla besledi; ama vatandaşlık haklarının bir kısmını değil, tümünü elinden alarak sapıyla halkın gözünü çıkardı. Gözlerinden olan Türk halkı Osmanlı devletini nasıl sorgulamadıysa aynı şekilde Cumhuriyet idaresini de sorgulamayı aklına getirmedi. (…)

Sağlam bir tahsil hayatına “ileri” ülkelerin tahsil hayatı taklit edilerek kavuşulmaz. Öyle olsaydı Türk milleti çoktan bu saadeti tatmış olurdu. (…) Yani eğitim gerekçesiyle insan bir malzeme muamelesine tâbi tutulamaz. Bu bahiste dinin esas olduğu hakikati yol gösterici olacaktır. (…) Eğer aile içi ilişkilerin sıhhati toplum düzeninin ıslahına delil olabiliyorsa bir milletin topyekûn yükselmesinden söz edilebilr. (…) Kerametin, noktalamanın günlük hayatımızda yer almasıyla görünebilir hale geleceğini tahayyül edebiliriz. Sakın bu yola sapmayın! (…)”




Prof. Dr. Hamid Algar’ın Nakşibendîlik kitabından (insan yayınları,genişle-tilmiş 3. Baskı) alıntılar

 

Çevirenler: Cüneyd KÖKSAL, Ethem CEBECİOĞLU, İsmail TAŞPINAR, Kemal KAHRAMAN, Nebi MEHDİYEV, Nurullah KOLTAŞ, Zeynep ÖZBEK.

“Yaklaşık otuz beş yıl önce, gençliğin verdiği enerji ve saflıkla, tarîkatların belki en önemlisi olan Nakşibendîliğin ortaya çıkışı, İslâm dünyasında yayılmış olduğu bölgelerdeki tarihi, günümüzdeki konumu, âyin ve âdâbı; ilim, siyaset, edebiyat ve şiir âlemleri üzerindeki tesirlerini içine alan uzun vadeli bir araştırma projesi tasarladım. Öğretim üyesi olarak bulunduğum Kaliforniya Üniversitesi’nden bir yıllık izin alıp projemi gerçekleştirmeye başlamak niyetiyle arabayla Londra’dan yola çıktım. Uzun yolculuğumun ilk durağı Saraybosna, son durağıysa Delhi oldu. Bu, son derece verimli ve öğretici bir yolculuk oldu. Bosna, Türkiye (naçizane İstanbul’da kendisiyle tanıştım, evimize de davet ettim; daha sonra Erzurum’da üniversite asistanı olarak bulunduğum dönemde, onun da Erzurum’a uğramasıyla orada bir kez daha görüştük; Şarkiyatçı merhûm Nazif Şahinoğlu beyle ve Türkolojide öğretim üyesi yine merhûm Orhan Okay beyle tanıştırmıştım kendisini.), İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’da tarîkatın mensupları ve meşâyihiyle tanışmak; faaliyette bulunan tekke ve hankâhları ziyaret edip zikir toplantılarına katılmak; tarîkata ait muhtelif dillerde yazılan kitap ve yazmaları toplamak; kütüphanelerdeki yazmaları ya istinsah etmek veya onların fotokopisini çıkarmak -bütün bunlar bana nasip oldu. İznimi takip eden yıllarda da fırsat buldukça tekrar tekrar yollara düşüp araştırmalarımı sürdürdüm; mesela Malezya’da Güneydoğu Asya Nakşibendîliğinin özelliklerini öğrenmek imkânına kavuştum. (…) ” (ÖNSÖZ’den)

Hamid Algar ‘Id Mîlâdü’n-Nebî, 1427 / 15 Nisan 2006

“Kitabımın yeni, genişletilmiş baskısını saygıdeğer Türk okurlarına sunarken, açıklamak istediğim birkaç husus var.

Birincisi, şunu itiraf etmem lâzım ki, Türkiye Cumhuriyeti’nde Nakşîlik tarihi ve Bosna-Hersek Nakşîliği üzerinde seneler önce kaleme aldığım makaleler, her iki ülkede son yıllarda vuku bulan gelişmeler hakkında pek bilgi vermemektedir. Ehlülbeyt edrâ bi mâ fî’l- beyt (ev halkı evde olup bitenleri daha iyi bilir) meşhur atasözü göz önünde bulundurulursa, kitabın konusuna ilgi gösterenler büyük bir ihtimalle Türkiye Nakşîliğinin en son gelişmelerine vâkıflardır. Bosna-Hersek Nakşîliğine gelince, savaş bittikten sonra birkaç defa Saraybosna’ya gitmem nasip olunca, hem özel kütüphanelerde Sırp vahşetinden mahfuz kalan (korunmuş olan) tarîkatla ilgili birkaç yazma incelemek ve hem Nakşîlerin Boşnak mücadelesine katkılarını ayrıntılı olarak öğrenmek mümkün oldu. Yakın bir gelecekte bu yazılı ve sözlü kaynakları değerlendirerek Bosna-Hersek’de Nakşîlik tarihçesini yazmayı düşünüyorum; nasip olursa onu da Türkçe olarak muhterem okuyucularıma takdim edeceğim.

İkincisi, çeşitli sebeplerden dolayı -en başta Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve netice olarak Orta Asya’nın zengin yazma koleksiyonlarına ulaşabilmek- son yıllarda Nakşîlik araştırmalarının büyük hız kazandığı âşikardır. Muhtelif dillerde yapılan bazı yepyeni yayınlardan yararlanmak mümkün olmadı.

Üçüncüsü, kitabın yeni baskısına eklenen üç makalenin gösterdiği gibi, bu fakir, Nakşîlik tarihi sahasında faal olmaya devam ediyor. Emeklilik bereketinden, artık şu gençlik yıllarında tasarladığım projeye bütün vaktimi harcayacak durumdayım. Ne kadarını bitirebileceğim tabii ki ayrı bir konu.

Son olarak, kitabımın yeni ve düzeltilmiş baskısını hazırlamakta gayretleri geçen bütün dostlara en samimî teşekkürlerimi sunarım. ( Üçüncü Baskıya ÖNSÖZ’den )

Hamid Algar 27 Cemâziyessânî, 1432 / 30 Mayıs, 2011


Mevlânâ’nın FÎHİ MÂ FÎH’inden alıntılar

 

“Temyîz (ayırma) büyük bir nimettir.”

“Ehlinin gayrine hüsn ızhârı zulm olur.”

“Allah kişi ile onun kalbi arasına girer.” (Enfâl, 8/24)

Tâ Hâ. Biz Kur’ânı sana zahmet çekesin diye indirmedik.”

” Baş odur ki onda bir sır ola. Yoksa bin baş bir pula değmez.

“Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi haşr olursunuz (toplanırsınız).”

“Cenâb-ı Mevlânâ (k.s.) efendimiz buyurdular: “Sözün faydası odur ki, seni talebe sevk eder; yoksa söz matlûbu (talep olunanı) hâsıl etmez. Eğer böyle olsaydı, bu kadar mücâhedeye ve kendinin fenâsına hâcet olmazdı.”

“Suya gark olan kimseden zâhir olan her bir fiil, onun fiili değildir, suyun fiilidir. Eğer su içinde henüz el ayak hareket ederse, ona gark olmuş demezler. Halbuki o: “Eyvah boğuldum” diye bağırır; buna da istiğrak demezler. Nihayet bu “Ene’l-Hak” demeyi herkes büyük davâdır zanneder. “Ene’l-abd” davâsı büyüktür. “Ene’l-Hak” davâsı azîm tevâzu’dur. Zîrâ “Ben abd-i Hudâyım” diyen kimse, iki mevcûd isbat eder. Birisi kendisi için ve diğeri de Hudâ içindir. Fakat “Ene’l-Hak” diyen kimse, kendisini yok edip ve ber-hevâ eyleyip “Ene’l-Hak” der; yani “Ben yokum, hep O’dur; Hudâ’dan başka mevcûd yoktur; ben külliyyen adem-i mahzım ve hiçim” der. Bu makamda tevazu ziyâdedir. Şu kadar ki, halk anlamıyorlar. Halk için hasbeten-lillah mertlik eden bu kimsenin nihayet arada bendeliği vardır. Bu mertliği her ne kadar Hak için ise de, kendisini ve fiilini görür. O suya gark olmadı. O kimse suya gark olmuştur ki, onda hiçbir hareket ve fiil kalmaya. Onun hareketleri, ancak suyun hareketi ola.

Arslanın biri, bir âhûyu kovaladı; âhû ondan kaçtı. Kaçtığı kadar, iki vücûd var idi, birisi arslanın vücûdu, diğeri de âhûnun vücûdu idi. Fakat arslan âhûya yetişip, âhû onun pençe-i kahrı altına gittiği ve arslanın heybetinden bî-hûş ve bî-hûd olarak onun önünde düştüğü vakit, yalnız arslanın vücûdu kaldı. Âhûnun vücûdu mahv oldu ve kalmadı. İşte istiğrak budur. (…) Hak Teâlâ o şeyleri onun nazarına gösterir ve musavver kılar. Şu hâlde ona havf ve recânın ve bilcümle râhatların ve müşahedelerin Hak’dan olduğuna yakîn hâsıl olur. Bu havf müşahededir, delîl ile değildir. (…) Delîl pâyidâr olmaz, çabuk unutulur. (…)

Büyüklerin kelâmları, her ne kadar, muhtelif sûretlerde görünüyorsa da, yine hepsi birdir. Hak bir ve yol bir olunca, söz nasıl iki olur?.. Surette muhâlif görünür, manâda birdir. (…)

İnsan büyük şeydir; onda her şey yazılmıştır. Zulumât perdeleri kendindeki o ilimleri, onu okumaya bırakmaz. Zulumât perdeleri, dünyanın bu türlü türlü meşguliyetleri ve tedbirleri, arzularıdır. (…) Nazar eyle ki, zulmetler ve perdeler kalktığında, nelere vâkıf olur ve kendinden ne ilimler ortaya çıkar. Nihayet türlü meslekler ve sanayi insanın bâtınından peydâ olmuştur ; taştan ve kerpiçten zuhûr etmemiştir. Ölüyü mezara gömmesini insana bir karga öğretti derler. O da insanın kuşa çarpan bir aksi idi. (…)

Söz, kelâm ehli olan kimselerden kesilmiş değildir. Kelâm dâimâ ona ulaşır ve söz ona muttasıldır (kavuşandır). (…) “

.