Temmuz 2025 Posts

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE 18. Cild’in 560. Bölüm’ünden alıntılar

 

Allah tavsiye etmiş peygamberleri de / Onlara uymak amellerin en iyisi

Tavsiye olmasaydı âlem kör (veya Amâ’da) kalırdı / Mülk tavsiyeyle döner durur

Ona göre amel et, tavsiyede söylenen yolu ihmal etme / tavsiye Allah’ın ezeldeki hükmü

O’nun tavsiyesi üzere bir kavmi zikrettim / Benim için tavsiyede yeni bir durum yok

Allah tavsiye etmiş peygamberleri de / O’nun tavsiyesi üzere bir kavmi zikrettim / yeni bir durum yok

Söylediklerinden veya sülûkteki hükümlerinden başka bir şey olmadı Sülûk hakkındaki hükümleri en doğru yoldur

Ahmed’in getirdiği hidâyet dinin bütünü ve kendisi / Mustafa’nın dini en nurlu din

Göz kapanmadı, aksine tam gücünü verdi ona / Bakıştaki sapmayı doğrulttu / Sırrın ile ondan al, onun merkezlerinden / Ay’a yükselerek, oradan Zuhal’e geçerek / Sabit yıldızlara yerleş ; onların sahalarına inme / Koç burcundan yüce derecelere ulaş / Oradan ayakların konulduğu Kürsü’ye, oradan Kuşatıcı Arş’a, oradan şekillere ve benzerlere /

Nezih nefse ve tabiata Arazlar ve illetlerle sınırlanmış akla Amâ’ya ve üzerindeki nefse Oradan ezelle nitelenmiş menzile Dağ üzerine yerleşmiş dağa bak ! Onu görmüş, sürekli ve daimi olarak Aşağıdaki ulvilik olmasaydı süfli kısımda talep etmezdik Yüzlerimizi aşağı çevirerek secde halinde Bu nedenle Allah bize secdeyi farz kıldı Hakkı ulvilikte ve süflilikte görürüz Bizim tavsiyemiz budur, iyi düşünürsen ! O bir çözüm, hem de en güzel çözüm Her şeyi suretinde görürsün onunla Kendi hakikatinde neyse öyle En yüce manzarayı görürsün Senden başka tecelligahı yoktur, sürekli öyle Seni onun pınarına davet ederse İcabet etme, korku üzere kal! Bizde çocuğu olduğu için ben bir dişiyim Allah’a hamdolsun! Âlemde erkek diye bir şey yok Örfün erkek diye belirledikleri Onlar da dişi; onlar nefsim, emelim

Tavsiyelerden ilki şudur. Allah herkese yapılması gerekli genel tavsiye hakkında şöyle der: “Allah Nuh’a tavsiye ettiklerini ve sana vahyettiklerimizi sizin için dinden şeriat kıldık; ayrıca İbrahim’e ve Musa’ya tavsiye ettiklerini. (Bu tavsiye şudur): “Dini doğru uygulayın, “tefrikaya düşmeyin.” (eş-Şûra 42/13). Ayette dinin doğru uygulanmasını emrederken burada kasdedilen her devir ve milletlerdeki “vaktin şeriatıdır”. O şeriatta bir araya gelmek ve onun hakkında tefrikaya düşmemek lâzımdır. Allah’ın eli cemaatle beraberdir ve kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer. Bu koyun sürüden uzaklaşmış ve sürünün üzerinde bulunduğu (birlik)ten ayrılmış olandır. Bundaki hikmet Allah’ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) bakımından ilaholarak bilinebileceğidir; güzel isimlerinden mücerred (soyut) iken ‘ilah’ olarak bilinemez. Bu itibarla zatında tevhid, yani birliğin, isimlerinde de çokluğun bulunması gerekir. Allah zatı ve isimleriyle birlikte İlahtır ve bu anlamıyla O’nun eli -ki kudret demektir- cemaatle beraberdir.

Bu hikmetli ölüm vaktinde toplu bir şekilde yanında bulunan evlâdına tavsiyede bulunurken şöyle demiştir: ‘bana iki sopa getirin!’ Sopaları getirdiklerinde ‘bunları kırın’ demiş. Sopalar topluyken onları kıramamışlar. Ardından iki sopayı ayırmış ve bu kez ‘tek tek kırın’ dediğinde, çocuklar sopaları kırabilmiş! Baba onlara şöyle demiş: ’İşte benden sonra durumunuz bu sopalara benzer. Bir iken asla yenilmezsiniz; parçalanırsanız düşmanlarınız size galip gelir’.

“Nurettin Topçu Biyografisi ile Yazıları, Fikriyatı ve Mücadelesi Arasında Birkaç İrtibat Notu”

 

Prof. Dr. İsmail Kara’nın bu başlık altında çıkan yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Nurettin Topçu Hoca (İstanbul 20 Kasım 1909- 10 Temmuz 1975) kendi hayatı, tecrübeleri ve hatıraları hakkında çok çok az yazan ve konuşan müellif ve mütefekkirlerden biridir. Bu sebeple yakınında bulunan talebelerinin ona dair kendisinden işitip kaydettikleri de az olmakla beraber biyografisinin inşa edilmesi için çok kıymetli. Yine de ailesinden, resmî kayıtlardan, kendisinin bir şekilde zikrettiklerinden, daha da önemlisizikrettiklerinden, dolaylı veya ikincil kaynaklardan ve daha da önemlisi yazılarının kronolojisinden / kronolojik işaretlerinden yola çıkılarak hâl tercümesi ile fikriyatı ve mücadelesi arasında bazı mühim irtibatlar kurulabilir. Bu sınırlı yazıda, bir miktar ve gevşek bir kronoloji izleyerek denemeye çalışacağım.

Onun Erzurumlu bir baba ve Eğin’li bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olması şahsiyeti ve hayata karşı tavır alışı, duruşu itibariyle anlam yüklenebilecek evsafta gözüküyor. Muhtemeldir ki onurlu, tavizsiz yılmaz, mütehammil ve mücadeleci, “hiçbir ithamdan çekinmeyerek” fikirlerini serdeden, eğilmeyen kişiliği daha ziyade Erzurumluluktan; mahviyetkârlığı, alçakgönüllülüğü, münzeviliği, titizliği, sadeliği ve sessizliği de herhalde Eğinli tarafından geliyor denebilir. Bu satırların yazarına göre Mehmet Âkif’in baba tarafından Arnavut, anne tarafından Buhara asıllı bir aileye mensup olması da ilk bakışta birbirine zıt gibi gözüken, aslında birbirini tamamlayan genetik hususiyetler olarak benzer bir şahsiyet ortaya çıkarmıştır.

Nurettin Topçu’nun şahsiyetine, ahlâkına meftun olduğu Âkif için çizdiği “büyük adam” portresine dair fırça darbeleri bu hususiyetlere birbirinden ayrılmaz müsbet vasıflar olarak atıfta bulunuyor ve elbette bir miktar da kendisinin peşinde olduğu ve taşıdığı evsafı işaretliyor : “Büyük adam eseriyle hayatını birleştiren adamdır. Biz onda şu vasıfı arıyoruz: önce bütün ömründe aynı kanaatın, aynı imanın sahibi olan adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez, muhitine uymaz, muhiti kendine uydurur; uyduramazsa çarpışır. Cemiyetten daha kuvvetlidir; cemiyeti sürükleyicidir. (…)

Büyük adamların başka bir vasfı da münzevi oluşlarıdır. Onlar kalabalığın içinde yalnız yaşarlar. Şehirlerin insan yığını, onlar için hoşça seyredilen bir manzaradır. İç hayatlarında yalnızdırlar. (…)

Üçüncü bir vasıf olarak büyük adamların devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durduklarını görüyoruz. Talih ve kader onları bu mevkilere getirmiş olsa bile, onların ahlâk sanatı, bu mevkilerde kendilerini küçültmeyi, alçalmasını bilmek sanatı oluyor. (…)

Hoca’nın İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra yani Türkiye’nin, Cumhuriyet’in ilanından önce yaşadığı son büyük değişim ve dalgalanma dönemi diyebileceğimiz bir hengâmede İstanbul’da dünyaya gelmesi onun hayat tecrübesini ve fikir dünyasını etkileyen bir diğer maddî-kültürel sebeptir. 1950’li yıllara kadar bugün Fatih Belediyesi sınırları içindeki Suriçi İstanbul’u ile onun dışındaki bazı “İstanbul” semtleri arasında her bakımdan büyük farklılıklar vardı. Diyelim ki Beykoz. Alibeyköy, Mecidiyeköy, Sarıyer, Çekmece, Tuzla… İstanbul’a uzak semt istanbul’unda yaşananlardan haberdarlık seviyeleri yakın taşra kadar azdı. Üsküdar, Eyüp, Kadıköy, Galata, Beşiktaş gibi daha yakın kolay semtler istisna edilirse siyasi hadiselerden haberdarlık, eğitim ve kültür meseleleri, matbuatı takip açısından da durum çok farklı idi.

Suriçi’nde, tarihi bir semt olan Süleymaniye Mahallesi’nden bunca sene sonra ailesiyle daha merkezdeki tarihî bir semte,Çemberlitaş’a taşındılar. Topçu çocukluk ve ilk talebelik yıllarında Balkan savaşlarının olduğu döneme şahitlik etti.

üncü

Vahdet-i Vücûd

 

“Vahdet-i vücûd, varlığın birliği ilkesine dayanan ve tasavvuf içinde geliştirilmiş olan metafizik okullardan biridir. Kökleri ilk sûfilere kadar giden bu monistik metafizik okul, büyük ölçüde Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) ve onun en önemli izleyicisi olan Sadreddin Konevî (ö.673/1274) tarafından VII. (XIII.) yüzyılda sistemleştirilmiştir. Vücûdun (Varlığın) birliği, Tanrının vücûd ile özdeşliği ve âlemin ontolojik açıdan bağımsız gerçek bir varlığa sahip olmayıp Tanrının zâtının aynı olan vücûd ile kâim bir hayal kabul edilmesi tezinden hareket eden vahdet-i vücûd okulu, tanrı-âlem-insan ilişkilerini açıklayan bir din ve dünya görüşü inşa etmiştir. Vahdet-i vücûd okulunun mensupları sahip oldukları dünya görüşünü varlıksal tevhîd, kendilerini de “tevhid ehli, hakîkat ehli, vahdet ehli, keşf ve varlık ehli, ârifler, irfân ehli, evliyânın kâmilleri, muhakkikin” olarak adlandırırlar. Öte yandan muarızları ( karşı olanları) onları vücûdiyye ve ittihâdiyye ve varlığı mertebeli bir şekilde yorumladıkları için hazarât ashâbı diye adlandırır. Daha az sofistike muârızlar (karşı olanlar) ise onlara hulûliyye (sapık bir inanç türü) ismini verir.”

“Bu noktada Seyyidüttâife diye anılan Cüneyd-i Bağdâdî (ö.297/909) karşımıza çıkar. O, hem tevhid için bu nazarî dili kurma şerefinin hem de birçok bakımdan tasavvuf tarihinin ilklerinin sahibidir. (…)

Cüneyd’in açıklamaları dikkate alındığında tevhid, tasavvuftaki cem’ ve ittihad tecrübelerine işaret eder. Bu çerçevede tevhid ne bir inanç ne de bir ilmî disiplindir. (…)

Bu bağlamda Cüneyd ile irtibatlı olmakla beraber onunla ihtilafı da bilinen bir isim, Hüseyin b. Mansur el-Hallâc (ö.309/922) dikkat çeker. Hallâc’ın tasavvufî tavhid felsefesi vahdet-i vücûd sisteminin eşyanın hakikatlerinin mutlak hakikat olan Tanrı’nın zâtı olduğu iddiasının kaynağı olan bir monizmdir.Ayrıca Hallâc bütün âlemi ilahî bir dışavurum olarak görmekte ve âlemin mutlak manâda iyi, güzel ve mükemmel olduğunu düşünmektedir. (…) Hallâc’ın tasavvuf doktrini vahdet-i vücûdun en önemli unsurlarından biri olan insan-ı kâmil tasavvurunun da kaynaklarındandır. (…) Hakîm et-Tirmizî (ö. 320/932) vahdet-i vücûd sisteminin velayet anlayışında etkin bir kavram olan veliliğin hatmi iddiasını ilk defa dile getirerek bu hususta vahdet-i vücûd okulunun öncüsü olmuştur.”

“Onların müfâharesi (öğünmesi) Hak iledir; ve Hak alttan ve üstten müstağnîdir”

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin FîHİ MÂ FîH isimli eserinin (Tercüme : Ahmed Avni Konuk Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık 8. Baskı, istanbul, 2009) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Merhum Ahmed Avni Konuk’un (1868-1938), Farsça aslından yapmış olduğu bu tercüme eseri, günümüz okurlarına ulaştırmak istedik. Bu eser kütüphânelerde mevcut yedi-sekiz nüshanın karşılaştırılması sûretiyle hazırlanmış olması bakımından da ayrı bir özellik taşımaktadır. (…)

Neşre hazırladığımız FÎHİ MÂ FÎH adlı eserin yazma bir nüshası Konya Mevlânâ müzesi kütüphânesi 3895 numarada kayıtlıdır. Mukaddimesinin sonunda mütercimin imzâsı bulunmaktadır. (…)

Biz bu çalışmamızda Konya Mevlânâ müzesi 3895 numarada kayıtlı eserin yazma nüshasını esas aldık Diğer bir nüshası da İstanbul Belediye Kütüphanesi Osman Ergin Kitapları 24 numarada bulunmaktadır.

Bu güzel eserin, gönüllerimizin inbiği, kimliğimizin mühürü, uzun ve meşakkatli hayat yolumuzun rehberi olması dileğimizdir. (TAKDİM’den)

Dr. Selçuk Eraydın Erenköy 17 Aralık 1993

FÎHİ MÂ FÎH HAKKINDA

Bu eser, büyük mütefekkir, muhakkik, mürşid, tarîkat pîri Hz.Mevlânâ’nın sohbetinde bulunanlardan bazıları tarafından tutulan notların birleştirilip tasnif edilmesinden meydana gelmiştir.

Mevlânâ sûreti cemâd hükmnde mütâlaa eder ve sâdece sûreti gören kimsenin manâya yol bulamayacağını; sûret-bîn olan kimseerin hangi yaşta olurlarsa olsunlar, yolun çocukları mesâbesinde bulunduklarını söyler.

Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in, Bedir gazvesinden dönerken söylediği rivayet edilen : “Küçük cihâddan büyük cihâda döndük” hadîs-i şerîfini şu tarzda yorumlamıştır: “Sûretlerin cenginde idik, sûrî düşmanlar ile cenk ediyorduk. Şimdi iyi havâtırın, yani (fikir ve düşüncelerin) kötü havâtırı mağlup etmesi için havâtır askerleriyle cenk edelim.”

“Din Esaslı Âlem Anlayışından Dindışı Dünya Görüşüne” ve Fütûhât-ı Mekkiyye 18. Cildin Tavsiyelerinden alıntılar

 

Merhum Şaban Teoman Duralı’nın Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyeti (dergâh yayınları) kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar ile Fütûhât-ı Mekkiyye 18. Cildin Tavsiyeler Bölümünden birkaç alıntı oluşturacak bu yazıyı.

“Müslümanlık, bireyin olduğu kadar, toplumun da yaşama tavrı ile üslûbunu tümüyle belirler. Bundan ötürü, Müslümanlaşmış toplumların özellikleri arasındaki farkların zamanla en aza indiği bir tarihî gerçekliktir. Bu gerçeklik, onsekizinci yüzyıldan itibaren Batı Avrupadan çıkıp yeryüzünün dörtbir yanına yayılan milliyetçilik akımlarının İslâm âlemini de etkileri altına alıncaya değin sürüp gelmiştir. Haddızâtında, Arnavutlar ile Boşnaklar gibi, Müslümanlaşmış olanların dışında kalan Avrupalı toplumlar, kavmî ile mahallî özelliklerini Hıristiyanlaştıktan sonra da sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan 1789 İhtilâlikebîrle Milliyetçilik, dağınık, yine de, kendini hep duyuran bir hâlden toplumları bütünüyle belirleyen etken olmağa dönüşmüştür. Nitekim ihtilâlikebîrin, millî toplumdan murad ettiği biçimbirliğine (Fr uniformite) eriştirilmiş, kuralı bozacak unsurlardan, istisnâlardan temizlenmiş toplumdur. Sonuçta, öncelikle Kavmî Milliyetçilik, bağrında farklılıkları, değişken unsurları barındırmayan tekbiçimli (uniforme) toplum oluşturma ülküsünün takipçisidir. Toplumların kavmî ile mahallî özellikleriyse, Avrupa’nın kilisedışı dünyevî vechesi olarak temâyüz etmiştir. Daha İlkçağda Avrupa, bir yanda Roma’nın siyasî ile medenî hâkimiyetindeki Latin dünyası ile onun kuzeyinde sık, soğuk ormanlarda yaşayan germenlerin yurdu şeklinde cepheleşmiştir. Hıristiyanlığın kabulünden sonra,başta katolikliğin merkezi italya -vatikan- olmak üzre, Latin Güney batı Avrupa, kilisenin ilahî kudretini, inişli çıkışlı dahi olsa, aşağı yukarı Onaltıncı yüzyıl ortalarına değin kıtanın her tarafına duyurmuştur. Anılan yüzyılda, Kilisenin sarsılmaz diye kabul olunan dinî-uhrevî kudretine, başta Almanya olmak üzre öncelikle kuzey ülkelerinden gelen dünyevî yahut en azından yarı-dünyevî nitelikli meydan okumalar, hızla güç kazandırmışlardır. Böylelikle öteden beri az yahut çok hüküm süren Latin-Germen sürtüşmesi daha bir şiddetlenmiştir.