Eylül 2025 Posts

FÎHİ MÂ FÎH’den sözler

 

“Hak nûrından yanmağa sabr etmeyen ve ictihâd göstermeyen adam, adam değildir. İdrâk olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, ictihâddan uzak kalmayıp, bî-ârâm ve bî-karâr olarak Hakk’ın celâl nûrı’nın etrafını devr eyliye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemiye.”

“Hani o hayâlsiz olan yakîn? Hak Teâlâ cevâben buyurur ki: Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin. Daima nefsi murâdsız tutun. Zîrâ azarlama yerinde Rabbinin indinde hazır olacağını bilip, ondan korkarak, nefsini hevâ ve şehevâtından nehy eden kimsenin menzili ve karargâhı cennettir.”

“İşte kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görür, kim de zerre ağırlığınca şer yaparsa onu görür.”

“Hikmeti ehlinin gayrine vermeyiniz, [hikmete] zulm etmiş olursunuz ve ehlinden de diriğ etmeyiniz, yine [o zaman] ehline zulm etmiş olursunuz.” Bu nazar ilmidir, münâzara değildir.”

“Mer’î matlûb, râi de tâlibdir.”

“Allah kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfâl,8/24)

“Tâ Hâ. Biz Kur’ân’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik.” (20/1)

“Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi haşr olursunuz.”

“Allah kişi ile kalbi arasına girer.”(Enfâl, 8/24)

 

Bir mahal’le sefer etmek azm mı buinde bulunan herbir kimsede bİrtakım ma’kul düşünceler peydâ olup der ki: “Eğer oraya gidersem, biçok işler müyesser olur ve ahvâlim nizam-pezîr olup, dostlarım sevinir, düşmanlarıma gâlib olurum.” İşte onun düşüncesi budur. Hak Teâlâ’nın maksûdu ise başka şeydir. Bu kadar tedbirler ile sefere çıktıktan sonra, düşündüklerinin birisi bile murâdına göre müyesser olmaz; bununla beraber yine kendisinin tedbîr ve ihtiyârına i’timâd eder. Beyit: Nazmen tercüme: “Takdîr-i İlâhî’yi bilmez, kul eder tedbîr / Meşhûr meseldir bu, tedbîri bozar takdîr.” (…) Halk , azim ve tedbirlerin bâtıl olduğunu ve hiçbir işin kendilerinin murâdı üzere meydana gelmediğini yüz bin kere görmüşlerdir. Hak Teâlâ onlara bir nisyân musallat eyleyip, bunların cümlesini unuturlar ve kendi düşünce ve ihtiyarlarına (iradelerine) tâbi olurlar: Bu yazının başlığını teşkîl eden ENFÂL, 8/24 Âyet Meâli düşündürücüdür.

İbrahim Edhem (k.s.), pâdişahlık zamanında ava gitmiş idi. Bir âhûnun arkasından, askerinden tamâmıyla ayrılıp uzak düşünceye kadar koştu. Ter içine battı. takib hadden aştı. Âhû söze gelip, yüzünü arkasına çevirerek dedi: yani, “Seni bunun için yaratmadılar” VE BENİ AVLAMAK İÇİN GETİRMEDİLER. haydi beni sayd ettin farz et ; acabâ ne HÂSIL OLUR? İbrahim (k.s.) bunu işitince bir na’ra vurup KENDİSİNİ ATINDAN AŞAĞIYA ATTI. O sahrâda çobandan başka kimse yoktu. SİLAH VE ŞAHÂNE LİBASINI, VE ATINI çobana VERİP ONUN ARKASINA GİYDİĞİ ABÂYI KENDİSİNE VERMESİNİ VE BU DURUMU HİÇ KİMSEYE SÖYLEMEMESİNİ VE KİMSEYE AHVÂLİNDEN BAHSETMEMESİNİ RİCA ETTİ; VE O ABAYI GİYİP YOLA ÇIKTI. SEN ŞİMDİ ONUN GARAZINA BAK Kİ ne İDİ; ve o Hakk’ın maksûdu ne idi? O âhûyu sayd etmek diledi; Hak Teâlâ ise, onu ÂHÛ ile sayd etti; tâ ki bu âlemde Hakk’ın murâdı vaki olur idiğini bilesin.

TERCÜME: ÖMER KILICINI ÇEKTİ, RESULE Kasd etti. / TUTULDU DÂM-I HUDÂYA, şu bahta BAK BAK ŞAŞ!”

“BAŞ ODUR Kİ Onda BİR sır OLA . yoksa bin baş bİR PULA DEĞMEZ.”

“Ham ervâh (ruh’un çoğulu) olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O halde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”

“Ma’lûm olduğu üzere ehlullah cevâmiu’l-kelîmdir (birçok manâyı toplayandır).”

“Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden ölüyü çıkarırsın; dilediğine hesapsız rızık verirsin.” (3/27)

“Allah Teâlâ’nın rahmetinden ancak kâfirîn kavmi ümitsizdirler.” (Yûsuf, 12/87)

“Eğer ki herşey göründüğü gibi olsa idi, öyle bir nazar-ı tîz-i münevver ve mü-nevvir ile Nebiyy-i Zîşânımız (s.a.v.) Efendimiz “Ey Allah’ım eşyâyı (şeyleri) bize olduğu gibi göster!” buyurmazlardı. O böyle söyledi. Sen de herbir tasavvura ve herbir re’ye itimad etme, tazarru’ kıl ve hâif ol! (tevazu ile yalvar ve korkan ol!) İşte benim garazım (maksadım) bu idi. Ve o bu âyet-i kerîmeyi ve bu tefsîri kendi rey ve arzusuna göre te’vîl etti. Halbuki bizim asker sevk ettiğimiz bu sâatte kendi reyimize ve o askerlere itimâd etmemeliyiz. Ve eğer mağlûb olursak, o korku ve çâresizlik içinde dahi O’ndan ümîdi kesmemelidir. Söz vefk-ı muradım (muradıma uygunluk) üzerineydi; ve amacım da bu söylediğimiz idi. (FîHi Mâ Fîh, Birinci Faslın son satırları.)

Vahdet-i Vücûd

 

Vahdet-i vücûd, VARLIĞIN BİRLİĞİ İLKESİNE DAYANAN ve tasavvuf içinde GELİŞTİRİLMİŞ OLAN METAFİZİK okullardan biridir. Kökleri ilk sûfilere kadar giden bu monistik metafizik okul, büyük ölçüde Muhyiddin ibnü’l-Arabî (ö. 638/1240) ve onun en önemli izleyicisi olan Sadreddin Konevî (ö. 673/1274) tarafından VII. (XIII.) yüzyılda sistemleştirilmiştir. Vücûdun (Varlığın) birliği, tanrının vücûd ile özdeşliği ve âlemin ontolojik açıdan bağımsız gerçek bir varlığa sahip olmayıp tanrının zatının ayn’ı olan VÜCÛD ile kâim bir hayal kabul edilmesi TEZİNDEN HAREKET EDEN vahdet-i vücûd okulu, tanrı- âlem-insan İLİŞKİLERİNİ açıklayan BİR DİN VE DÜNYA GÖRÜŞÜ İNŞA ETMİŞTİR. Bu okulun MENSUPLARI sahip oldukları DÜNYA GÖRÜŞÜNÜ VARLIKSAL tevhîd, KENDİLERİNİ DE “EHL-İ TEVHÎD, ehl-i HAKİKAT, EHL-İ vahdet, EHLÜ’L-KEŞF VE’L VÜCÛD, ârifler, EHL-İ İRFÂN, KÜMMELÎN-İ evliyâ, MUHAKKİKîN” OLARAK ADLANDIRIRLAR. Öte yandan MUARIZLARI ONLARI VÜCÛDİYYE VE İTTİHÂDİYYE ve VARLIĞI MERTEBELİ BİR ŞEKİLDE yorumladıkları için HAZARÂT ASHÂBI dİye adlandırır. Daha az SOFİSTİKE MUARIZLAR İSE ONLARA HULÛLİYYE ismini verir.

Duâların Faziletine dâir Âyetler ve Hadisler

 

İLMİN FAZİLETİNE DÂİR AYETLER VE HADÎSLER

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN ve TERCEMESİ Üçüncü cilt, üçüncü baskı BAŞBAKANLIK BASIMEVİ ANKARA 1972 – Musannifi: Muhyiddîn-i Nevevî – Dilimize Çeviren: Hasan Hüsnü Erdem; Emekli Diyanet İşleri Başkanı

Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “De ki : Yâ Rab! İlmimi artır.” Sûre: 20 (Ta-ha), âyet: 114.

Cenâb-ı Hak buyuruyor: “ De ki : Hiç bilenlerle bilmeyenler müsâvî olur mu?” Sûre: 39 (Zümer), âyet:9.

Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Allah, içinizden iman edenlerle ilme nail olanların derecelerini yükseltir:” Sûre: 58 (Mücâdele), âyet: 11.

Cenâb-ı Hak buyuruyor: “ALLAH’dan, kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar korkar. ” Sûre: 35 (Fâtır), âyet: 28.

Sehl b. Sa’d radiya’llahu anh’den Peygamber aleyhi’s-selâm’ın Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:

“Allah’a yemîn ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir adamı hidâyete mazhar buyurması, senin için, dünyâya mâlik olmaktan daha hayırlıdır.” (Hadisi, Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir.)

“Makamlar Ve Hâller”

 

Manevî yoldaki ilk makam ya da başlangıç noktası tövbedir; tövbe, günahlardan uzak durmak, her türlü dünyevî kaygıdan vazgeçmektir. Şairin dediği gibi:

Tövbe bineği, şaşılacak bir binektir; bir solukta aşağılık dünyadan göğe sıçrayıverir.

Zahirî bir olay; âniden dinsel bir anlam içinde algılanan dindışı bir söz; üzerinde, duruma uyan bir cümlenin yazılı olduğu bir kâğıt parçası; Kur’ân kıraatı; bir rüya veya bir velî gibi bir insanla karşılaşma, ruhta tövbe uyandırabilir. İbrahim b. Edhem’in ihtidâsı ile ilgili olarak anlatılan birçok hikâyeden biri çok meşhurdur :

Prens İbrahim, bir gece, Belh’deki sarayının damında garip bir ses işitir. Uşaklar damda buldukları adamı prensin huzuruna getirirler. Adam sarayın damında kaybettiği devesini aradığını söyleyince, böylesi imkânsız bir işe giriştiği için prens tarafından kınanır. Bunun üzerine adam İbrahim’e, lüks içinde ilâhî huzura ve gerçek dinsel hayata erişmeğe çalışmasının, dam üzerinde deve aramak kadar saçma olduğunu söyler. İbrahim tövbe edip sahip olduğu her şeyi terk eder.

‘Dünya’, Allah’a giden yol üzerinde tehlikeli bir tuzak olarak kabul edilmiştir ve özellikle eski zahitlerin zamanında, ancak ihtiyaç duyulunca uğranılan bir abdesthaneye, çürüyen bir cesede ya da gübre yığınına benzetilen bu sefil yeri tanımlamak için sert ve kaba sözler söylenmiştir. “Dünya köpeklerin toplandıkları bir çöplüktür. Dünyadan uzak durmayan kişi de köpeklerden daha aşağı ve bayağı bir mahluktur. Çünkü köpekler çöplükten ihtiyaçlarını temin ettikten sonra uzaklaşırlar. Halbuki dünyaya bağlanan kişi hiçbir şekilde ondan ayrılamaz.” Ne var ki sûfilerin çoğu dünyanın mutlak kötülüğünden çok, geçiciliğinden söz etmişlerdir. Çünkü dünya Allah tarafından yaratılmıştı; ezelî ve ebedî olan Allah’tan başka her şey faniydi. Zâhidin dünyayla ilgili hiçbir kaygısının olmamasının nedeni, Allah’ın mehabeti (azameti) yanında dünyanın tatarcık kanadından başka bir şey olmamasıdır.

Mürid tövbe edip dünyayı terk edince, eski günahları hatırlamasının mı yoksa hatırlamamasının mı gerekli olduğu sorunu ortaya çıkar. Sehl et-Tüsterî, tövbe ettikten sonra bile günahların aslâ unutulmaması gerektiğini savunur; çünkü hatırlama, manevî gurur olasılığına karşı bir çaredir. Ne var ki çağdaşı Cüneyd gerçek tövbeyi “günahların unutulması” olarak tanımlamıştır; ve Cüneyd’in meslekdaşı Rüveym ise tövbeyi “tövbeye tövbe etme”, yani günah ve tövbekârlık düşüncesinin tamâmen yok edilmesi olarak tanımlamıştır; Cüneyd’in bu düşüncesi Hücvirî tarafından şöyle ele alınır: “Tövbekâr, muhib ve âşıktır. Âşık, müşahede hâlindedir. (İlâhî cemâli temâşâ hâli olan) müşahedede, cefâyı (yani işlenmiş günahları ve kötü işleri) hatırlamak cefa olur. (Günahını hatırlayan sâlik) bir süre cefa ile beraber olur. (O halde) vefayı zikretme ve hatırlama vefaya (ve ruh safasına) hicâb olur.”

Sistemleştirme eğilimi taşıyan Hücvîrî, tevbeden, kebâirden ‘tâat’a [itaat] dönüş olarak söz eder; inâbet (tövbe ile Hak yoluna dönme), ‘segâir’ den (küçük günahlardan) mahabbete, tevbe ise nefsten Allah’a dönmektir.

Hücvîrî, mutasavvıfın soyut (tecrid) ehli olmasının gerekip gerekmediği sorunuyla ilgili olarak, zühde eskiden beri önem verme ve ‘helal yeme’ hakkında bir hikâye anlatır; ancak bu menkıbe fazlasıyla abartılmış bir zühdü olduğu kadar bir anlık gafletin ardından gelen cezayı da gösterir. Nefsin talim ve terbiyesi için ana araç bugün de oruç ve uykusuzluktur. Halife Ömer’in “Uykuyu ne yapayım ben? Gündüz uyursam Müslümanları, gece uyursam ruhumu kaybederim” dediği rivayet edilir.