Mevlânâ Celâleddîn Rûmi’nin “Fîhi Mâ Fîh” isimli eserinden (Ahmed Avni Konuk’un Tercümesi ve Dr. Selçuk Eraydın’ın Yayına hazırlaması ile İz Yay. 8.Baskı 2009) alıntılar
“Namazdan efdal ne olduğunu sual ettin. Ve namazın ruhu namazdan efdaldir dedik. İkinci cevâb budur ki: Îman namazdan efdaldir. Zira namaz beş vakitte ve halbuki îman daima farzdır; ve namaz edâdan sonra sâkıt olur ve tehirine ruhsat vardır. Namazsız îmân fayda verir; ve münâfıkların namazı gibi, îmansiz namaz menfaat vermez.” (s.31-32)
“(…) İmdi Hakk’ın nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve ictihâd göstermeyen adam adam değildir. İdrak olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, ictihâddan boş kalmayıp, bî-ârâm (rahatsız) ve bî-karâr (kararsız) olarak Hakk’ın Celâl nûr’ının etrâfını devr eyliye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemiye.” (s.36)
“Nihayet bu ‘Ene’l-Hak’ demeyi herkes büyük da’vâdır zanneder. ‘Ene’l-abd’ da’vâsı büyüktür. ‘Ene’l-Hak’ da’vâsı azîm tevâzudur. Zira ‘Ben Hudâ’nin kuluyum’ diyen kimse, iki mevcud isbat eder. Birisi kendisi için ve diğeri de Hudâ içindir. Fakat ‘Ene’l-Hak’ diyen kimse, kendisini yok edip ve ber-heva eyleyip ‘Ene’l-Hak’ der; yani ‘Ben yokum, hep O’dur; Huda’dan başka mevcud yoktur; ben külliyen sırf Adem’im (yokluk) ve hicim’ der. Bu makamda tevâzu ziyadedir. Şu kadarki halk anlamıyor. Hak için hasbeten-lillah mertlik eden bu kimsenin nihayet arada kulluğu vardır. Bu mertliği her ne kadar Hak için ise de, kendisini görür, bir de fiilini. O suya gark olmadı. O kimse suya gark olmuştur ki, onda hiçbir hareket ve fiil kalmıya. Onun hareketleri ancak suyun hareketi ola. (…) Hak Teâlâ evliyâyı, halkın arslandan, kaplandan ve zalimden korkularının gayri olan bir korku ile korkan kılar; ve korku ve eminliğin, dirlik ile şenliğin, yeme ve uykunun Hak’tan olduğunu onlara açar. Hak Teâlâ onlara, gözleri açık iken uyanıklıkta, arslan ve kaplan veya ateş sûretini has kılınmış ve hissedilmiş olarak gösterir. Öyle ki, hakikatte arslan ve kaplanın sûreti bu âlemden olmayıp, tasavvur olunmuş bir gaybî sûret olduğu ona malum olur. Ve böyle azim cemâl ile kendi sûretini gösterir; ve kezâ bostanlar, nurlar, nehirler, güzeller ve köşkler, şaraplar, buraklar, şehirler ve türlü türlü acaibler gösterir. Ve o, hakikatte onların bu âlemden olmadığını bilir. Hak Teâlâ o şeyleri onun nazarına gösterir ve tasvir edilmiş kılar. Bu durumda ona korku ve ümidin ve bilcümle râhatların ve müşahedelerin Hak’tan olduğuna yakın hâsıl olur. Şimdi onun bu korkusu halkın korkusuna benzemez. Zira bu korku müşahededir; delil ile değildir. Çünkü Hak Teâlâ cümlesinin kendisinden olduğunu ayânen göstermiştir. (…) Dolayısıyla böyle bir kimse fânî-Hak olur ve O’nun mağlûb ve yok olmuşu oldukça, onun hakkında günah, günah ve cürüm de cürüm olmaz.” (s.43-44)
No Comments