Fusûsu’l Hikem Tercüme Ve Şerhi-I (Müellifi: M.İbnu’l Arabî, Terc. ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayanlar: Mustafa Tahralı- Selçuk Eraydın;İFAV, 7.Baskı ) Nuh Fassı’ndan alıntılar
“Tenzîhin tahdîd (sınırlama) ve takyîd (kayıdlama) oluşu ulûhiyet mertebesindedir. Ahadiyet mertebesinde tenzîh ise şirkin isbâtıdır. Çünkü ahadî zatı tenzîh için ondan gayri bir şey isbat etmek gerekir. Halbuki o mertebede isim de, sıfat ve nitelik de mevcut değildir. Cümlesi ahadî zâtda muzmahildir (yok olmuş); ve zatın gayrı itibar olunacak bir şey yoktur. (…) Dolayısıyla Hak üzerine bu cehli ile hükmedip onu bazı mertebeler ile kayıdlanmış kılar. Veyâhut tenzih eden kimse bu zikrolunan hakikatleri bilendir: Bu surette o kimse Allah’a ve resûlüne karşı kötü edepte bulunmuş olur. Ve tenzih eden cahil ile kötü edep sahibi ya mü’min veyahut gayr-ı mü’min olur. (…) Halbuki bu zanlarıyla hakiki bilgiler, yakînî îman ve sırf tevhidden uzak düştüklerini bilmezler. İşte mü’min olup şeriat hükümlerine bağlı tenzih edenin hâli budur. Mü’min olmayanlara gelince, bunlar ister fen ve felsefe erbabı gibi yalnız akıllarının gereğine tabi kısımdan olsun, ister bunlara tabi olan filozofluk taslayan mukallidler olsun, zaten onlar hayret ve dalâlete düşmüş ve ‘biz bir muallimin ta’limine muhtaç olmaksızın fen ve akıl ile hakikati idrak edebiliriz’ iddiasında kalmış bulunduklarından kelâmlarının batıllık vuzûhu hasebiyle bu tarifeyi Hz. Şeyh (r.a.) kaale bile almamıştır.
Allah katından inen şeriatların dili, Hak Teâlâ Hazretleri hakkında bir şey söylediği vakit, peygamber onu kavminin lisanı üzere söyler; ve öyle lafızlar ile söyler ki, kavminin tümü o lafızları işittiklerinde ilk anda zihinlerine ilk gelen anlamlarını tevil etmeksizin zahirî üzere alırlar. Zira Hakk’ın hitabı umûmâdır. (…) Hak onlara o lafızlarda -bilsinler bilmesinler- o kavramlar, yönler ve anlamlar ile tecellî buyurur. Nitekim Câfer Sâdık hazretleri ‘Hak Teâlâ kullarına kendi kelâmında tecelli eyler, velakin onlar bilmezler’ buyurur. Ve (S.a.v.) Efendimiz hadîs-i şeriflerinde ‘Kur’ân’ın dışı ve içi ve haddi ile matla’ı vardır’ ve keza ‘Kur’ân yedi batın üzere nazil oldu ‘ buyururlar. (…) Bağımsız varlık ile izafî varlık hep Hakk’ın varlığından ibaret olunca, halk dediğimiz belirmişlerin (zuhurlar) ve kayıdlıların zihnî kavramlarında zâhir olan da hep Hak olmuş olur. Dolayısıyla Hak her mevcut ve telaffuz olunanda ve her bir kavram ve düşünülende, herkesin istidâdına göre görünür olup bir özel hitâb ile hitâb eyler: (Mesnevi’den çeviri ve açıklama:) ‘Ben o kuluma şah damarından daha yakınım.’ (Kaf, 50/16) buyurdu. Anlayışı sınırlı olan kimselerin istidadlarının yetişmediği mefhumlar ile Hak bâtındır; fakat bu batınlık (görünürlük’ün karşıtı) fehimleri (anlayışları) sınırlı olanlara göredir. Yoksa ‘Âlem Hakk’ın sûretidir ve hüviyetidir; ve âlem Hakk’ın zâhir ismidir’ diyen ve bunun böyle olduğunu zevk olarak bilen kimsenin kavrayışına göre bâtın değildir. Çünkü böyle bir zât-ı şerîfin anlayışı sınırlı değildir. Bu zat-ı şerîf, âlemin, Hakk’ın zâtı itibariyle değil, belki zâhir ismi ile kayıdlanması ve belirmesi itibariyle sureti ve hüviyeti olduğunu bilir. Zira o, Hakk’ı mazharların (zuhur yerlerinin) tümünde müşâhede eder. Nitekim Ebu Yezîd (k.s.) buyurmuştur ki: ‘Otuz yıldan beri Allah ile tekellüm ederim (konuşurum). Halbuki insanlar kendileriyle konuşurum zannederler’ (…)” (alıntılar s. 259-262 arasından)
No Comments