Ömer Türker’in “Ahlâk -Yeni Bir Yaklaşım-” kitabı (Ketebe Yay. 4.Baskı 2020) 6.Bölümden alıntılar
Başlığı Niyet: İrade ve Gaye olan bu bölümün birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“(…) Bu bağlamda fakihler, sûfîler ve kelamcıların yaptığı tahlillerde niyet kelimesine teveccüh, meyil, irade, azim ve kalbin bir hususta karar kılması gibi anlamlar verilmiştir. Tehânevî, 1996,2, s. 1735). Konuyla ilgili açıklamalar bir bütün olarak dikkate alındığında niyete verilen değişik anlamların esas itibarıyla iradenin farklı hâllerine tekabül ettiği anlaşılmaktadır. Fakat iradenin kendisi de kelam gelenekleri arasında yoğun tartışmalara konu olmuş ve temelde üç irade teorisi ileri sürülmüştür: Bilgi teorisi, meyil teorisi ve sıfat teorisi. Bilgi ve meyil teorileri, Mu’tezile kelamcıları tarafından ileri sürülmüşken sıfat teorisi Ehl-i Sünnet kelamcılarının görüşüdür.” (s. 94)
“İradenin Bilgi mi Sıfat mı olduğu sorusu bahsinde “Bilgi olduğunu iddia edenlere göre irade, bir şeyin faydalı yahut zararlı olduğu inancı veya zannıdır. Bu zan veya inanç meydana geldiğinde kudret sahibi kişi nezdinde, şıklardan biri diğerine baskın gelir. Kudret ise baskın gelen tarafa tesir ederek, fiili meydana getirir. Bir kısım Mu’tezile düşünürlerine göre söz konusu inanç veya zan, kişiyi bir fiili yapmaya çağıran saiktir. İrade ise bu inanç ve zannı izleyen meyildir. Bu düşünürlere göre bilginin ardından meyil oluşmadığında kudret sahibi kişi fiili irade etmez. Fakat bu görüşe karşı eleştiriler, meselenin daha dakik ele alınmasını gerektirmiştir. (…) Fakat iradenin inanç veya zan olduğunu söyleyenler, ne bütün eklentilerinden soyutlanmış bir inanç ve zanla ne de eylemin fail tarafından yalnızca arzu nesnesi haline getirilmesiyle yetinirler. (…) Bu durumda bilginin kendisi meyli de içerir ve eylem ile bilgi arasında sadece kudret kalır. (…) Diğer deyişle kudretin eksikliğine ilişkin bilgi olduğu takdirde inanç ve zan sadece bir arzu seviyesinde kalır. Bu durumda meyil bigiden ayrı düşünülebilir. Birinci görüşe sahip Mu’tezililer bu duruma sevilen şeye yönelik şevk örneğini verirler. Buna göre şevk, sevdiği ve istediği şeye ulaşmamış kimsede olur.
Eş’arîler ise iradenin bilgiye indirgenemeyeceğini düşünmüşlerdir. Onlara göre irade; ‘güç yetirilen şeyin iki tarafından birinin gerçekleştirilmesine mahsus bir sıfattır.’ Yani irade müstakil bir sıfattır, meyle ve menfaat inancı şartına bağlı değildir. (…) Dolayısıyla bu durum onlara göre meylin irade sıfatının da bir parçası olmadığını gösterir (bkz. Cürcânı, 2015, 2, ss.454-56). (…)
Yukarıdaki açıklamalar ilk bakışta bize şu sonucu vermektedir: Niyetin, iradenin bir parçası hâline getirilmesi ancak iradeyi bilgi kapsamında değerlendirdiğimizde yani Mu’tezile kelamcıları gibi düşündüğümüzde mümkün olmaktadır. (…) İlahi iradenin bir şeyi tercih ettiği, onu gerektirdiği hususunda herhangi bir ihtilaf yoksa da hâdis (meydana gelen / yeni çıkan) veya insanî iradenin, irade edilen şeyi gerektirip gerektirmeyecek hususunda Sünnî kelamcılar ile mütekaddimûn (öncekiler / ilkler) Mu’tezilesi görüş ayrılığına düşmüştür. Sünni kelamcılar ve Ebu Alî el-Cübbâî, Ebu Hâşim el- Cübbaı ve bir grup müteahhirûn (sonrakiler) Mu’tezile’ye göre hâdis İrade, irade edilen şeyin varlığını zorunlu kılmaz. Fakat Nazzâm, Ebu Hüzeyl el-Allâf, Cafer b. Harb ve Basra Mu’tezilesinin öncekilerinden bir grup ise hâdis iradenin, yapma kastı olması durumunda irade edilen şeyi zorunlu kılmasını mümkün görmüştür. (…) ” (s. 95-96-97)
“(…) Abdülkerim el-Cîlî el-İnsânü’l-Kâmil adlı eserinde iradenin mertebelerini şöyle sıralar:
‘Bil ki hâdis iradenin mahlûkatta dokuz mazharı (zuhur yeri) vardır. İlki, ‘meyil’dir. Meyil, kalbin matlubuna (talep edilen) doğru çekilmesidir. Bu çekilme güçlendiği ve süreklilik kazandığında ‘velâ’ (yakınlık, sahiplik) adını alır. Bu ikinci mazhardır. Sonra tutkunluk şiddetlendiğinde ve arttığında ‘sabâbe’ (büyük aşk) adını alır. Bu, kalp sevdiği kimse hakkında serbest bırakıldığında olur. Âdeta su boşaltıldığında dökülmüştür ve dökülmesini gerektiren bir şey bulamamaktadır. Bu, üçüncü mazhardır. Sonra kalp tamamıyla o şeyle meşgul olduğu ve bu durum onu kuşattığında ‘şeğaf’ (vurulma) adını alır. Bu dördüncü mazhardır. Sonra kalpte (fuâd) iyice sağlamlaştığı ve onu eşyadan (şeylerden) aldığında ‘hevâ’ adını alır. Bu beşinci mazhardır. Sonra o, bedeni hâkimiyeti altına aldığında ‘ğarâm’ adını alır. Bu altıncı mazhardır. Sonra büyüdüğü ve meyli gerektiren illetler ortadan kalktığında ‘hubb’ adını alır. Bu yedinci mazhardır. Sonra galeyana geldiği ve seven kendinden geçtiğinde ‘vüdd’ adını alır. Bu sekizinci mazhardır. Sonra taştığı ve hem seven hem sevilen ortadan kalktığında ‘aşk’ adını alır. Bu ise dokuzuncu mazhardır (el-Cîlî, 1997, s. 85)
Bu metinde sevginin bütün durumları, iradenin değişik basamakları olarak açıklanmaktadır. Çünkü sevgi, sevilen şeye yönelik Cîlî’nin saydığı ve artırılması mümkün aşamaları içeren bir yönelişi, meyli ve talebi içermektedir. Bu demektir ki insan zihninde beliren her türlü istek, genel irade kapsamında değerlendirilebilir. (…) Niyet kelimesi de genel olarak yönelişi ifade ettiğinden, niyetin iradenin bir seviyesine tekabül ettiği belirtilmektedir. Hatta niyeti de genel ve özel olarak ayırdığımızda niyet çeşitli yönleriyle iradeyle örtüşecektir. (…)” (s. 101-102)
No Comments