İbrahim Kalın’ın ‘Barbar Modern Medenî Medeniyet Üzerine Notlar’ kitabından(İnsan Yay. 1.Baskı 2018) alıntılar

 

“(…) Sezai Karakoç, tek bir medeniyetin bulunduğunu, bunun da vahye dayalı ‘Hakikat Medeniyeti’ olduğunu söyler. Karakoç’a göre ‘Medeniyet, temelde tektir ve medeniyet meşalesi ilk insandan bugüne elden ele taşınarak gelmiştir.’ (S.K., Düşünceler I (İst. :Diriliş Yay., 2017; 7.Baskı), s.17. S.K.’un bu temel düşüncesi diğer eserlerinde de karşımıza çıkar. Bkz. Çıkış Yolu II: Medeniyetimizin Dirilişi, Dört Konferans (İst.:Diriliş Yay., 2017; 6.Baskı). Ahmet Davutoğlu, farklı medeniyet tasavvurlarının farklı ben- idraki formları ürettiğini savunmak suretiyle, hem medeniyet kavramına pozitif bir anlam yükler hem de medeniyetlerin çoğulluğuna işaret eder. (A.D., ‘Medeniyetlerin Ben-idraki’, Dîvân: İlmî Araştırmalar, sy.3(1997/1), s. 1-53.) Küresel çatışmaların ve kimlik-temelli gerilimlerin medeniyet tasavvuru düzeyinde cereyan ettiğini ileri süren Huntington gibi düşünürlerin yanısıra farklı medeniyetlerin bir çatışma sebebi olmadığını savunan görüşler de medeniyet tartışmalarının günümüzdeki yansımalarını ortaya koymaktadır. Batı medeniyeti hakkında ne düşündüğü sorulduğunda Mahatma Gandi’nin ‘Bu iyi bir fikir olurdu.’ şeklindeki cevabı da medeniyet kelimesinin siyasi ve kültürel anlamları ve medeniyet-sömürgecilik ilişkisi hakkında önemli ipuçları vermektedir.

Buna mukabil, medeniyet kavramına karşı çıkanların olduğunu da ifade etmeliyiz. Medeniyeti işlevsiz bir soyutlama ve seküler bir din olarak reddeden İsmet Özel’in Üç Mesele: Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma adlı eseri yahut Nobel edebiyat ödülü sahibi Güney Afrikalı J.M. Coetzee’nin Barbarları Beklerken romanı, medeniyet kavramının farklı gerekçelerle yüceltilmesine karşı çıkan çalışmalar arasında zikredilebilir. Freud’un Medeniyet ve Hoşnutsuzlukları isimli kitabı, medeniyetin insanın derin duygularını ve güdülerini maskelemek için icat edilmiş bir soyutlama olduğunu savunan ve bu yüzden medeniyet karşıtı literatüre dahil edilebilecek eserlerin başında gelmektedir. (…)” (s. 33)

“(…) Bu farklı tanım ve yaklaşımlara rağmen medeniyet kavramını tamaman reddetmenin mümkün olmadığını ifade ediyor İbrahim Kalın. Medeniyetlerin hem dayandıkları kavramsal çerçeve hem de tarihî tecrübe ve çeşitlilik açısından statik değil dinamik, mekanik değil organik bütünler olduğunu söylüyor. (…) ‘Toynbee’nin ‘sınama-cevap verme’ (challenge-response) mekanizması olarak tanımladığı bu dinamik süreç, medeniyetlerin etkileşimini tayin eden önemli unsurların başında gelmektedir.’ (Arnold Toybee, A Study of History (New York: Dell Publishing, 1946). Toynbee’nin Civilization on Trial kitabındaki makaleleri de bu noktaya dikkat çeker.) İslâm, Avrupa, Hint ve Çin medeniyetleri arasındaki etkileşim ve ilişki tarihi farklı sınama, meydan okuma ve cevap verme tecrübelerinin medeniyetleri köklü bir şekilde dönüştürecek güce sahip olduğunu göstermektedir. (…) Fakat bir medeniyet ne bütünüyle değişmeden kalabilir ne de her tür dış etkiye açık bir şekilde varlığını ilanihaye sürdürebilir.(…)” (s. 34)

“(…) Dünya görüşü, varlık tasavvuru, âlem fikri, kozmoloji, ahlâk, siyasi ve sosyal düzen, estetik, güzellik, şehir hayatı, kültür ve diğer kavram ve kurumları medeniyet başlığı altında ele alıyor olmamız, medeniyetin geniş bir semantik alana sahip olduğunu göstermektedir. Cezayirli düşünür Malik bin Nebi, toplumların temel meselelerinin medeniyet kavramından hareketle tahlil edilmesi gerektiğini söyler: ‘Bütün toplumların meselesi özünde bir medeniyet meselesidir. Bir toplumun tefekkür ameliyesini ve kapasitesini büyük insanî hâdiseler seviyesine taşımadan ve medeniyetleri meydana getiren ve yıkan faktörleri derinlemesine kavramadan kendi sorunlarını anlaması ve çözmesi mümkün değildir.’ (Malik bin Nebi, Şurûtu’n-nahda (Şam: Daru’l-Fikr, 1981), s. 19) (…) Bin Nebi’ye göre medeniyet, ‘bir toplumun bütün üyelerine gelişmeleri için gerekli sosyal güvencelerin verilmesini sağlayan ahlakî ve maddi şartların toplamı olarak tanımlanabilir. (M.bin Nebi, The Problem of ideas in the Müslim World (Petaling Kaya: Budaya İlmu Sdn. Bhd., s.26) (…)” (s. 35-36)

“İslâm inancı, dünyanın geçici bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu söyler. Fakat bu, Allah’ın hikmet ve nizam üzere yarattığı ve bundan dolayı zatî bir değere sahip olan dünyanın büsbütün ihmal edilmesi anlamına gelmez. İslâm dünyadan kaçmaz; onu varlık hiyerarşisi içinde doğru bir yere oturtur. İnsanlara Allah’ın dünya üzerinde kendilerine verdiği nimetleri aramalarını, onlardan dolayı Allah’a şükretmelerini ve bu dünyadaki asıl amaçlarını hiçbir zaman unutmamalarını hatırlatır. Hedef, dünyaya köle olmadan onu dönüştürmek, işlemek ve insanlığın hayrına kullanmaktır. Yoklukta sabır kadar varlıkta şükür de mümin kişinin alamet-i farikalarından biridir. Kâmil insanlar yokluk ve darlıkta da şükredebilen kişilerdir. (…) (s. 36)

“Maddi varlık ve ekonomik hayata yönelik bu bakış açısı, İslâm hukukunun özellikle ‘muamelat’ bahsinde yeni atılımlar yapmasını sağlamış ve ortaya kapsamlı ve uzun soluklu bir hukuk sistemi çıkmıştır. (…) Vergi, zekât, sadaka, infak ve vakıf gibi kurumlar refahın üretimi ve paylaşımı konusunda açık-seçik ilkeler koymuş ve bunların uygulanmasını devletin salahiyetine vermiştir. (…) Medeniyetin bu çok katmanlı zengin semantik alanı, onun açık-seçik bir şekilde tanımlanmasını zorlaştırmakta ve bütün tanımları kısmî ve yetersiz kılmaktadır. Medeniyet kavramını tanımlamaya çalışırken, bu ihtiyat kaydını akılda tutmak gerekmektedir. Bu kayıt, bizim aşağıda yapacağımız medeniyet tanımı için de geçerlidir.” (s. 36-37)

“(…) Dînî-metafizik içeriğinden arındırılmış bir medeniyet terminolojisi geleneksel Hristiyanlığa karşı bir kalkan vazifesi görmekteydi. (…) Fakat bundan daha önemlisi medenilik / medeniyet kavramları, Avrupa-merkezci insan, tarih ve kültür algısını temellendirmek için seküler ve emperyal bir siyasî zeminde yeniden üretilmek durumundaydı. Buna benzer bir süreci, Türk modernleşmesinin medeniyet kavramına bir devây-ı küll gibi sarılmasında da görüyoruz. (…)” (s. 40)

“Medeniliği / medeniyeti Avrupa’nın aklı ve tarihiyle özdeşleştiren Aydınlanma düşünürleri, Batı-dışı toplumları medeniyetten yoksun veya yarı-medenî topluluklar olarak gördüler. (…) ve böylece medeniyet, Avrupa merkezci düşüncenin temel kavramlarından biri haline geldi. Bir topluluğun medenî, gelişmiş, ileri, ilkel, barbar yahut yabanî olarak tanımlanması, 18. ve 19. yüzyıllarda soyut bir akademik tartışma değil, müşahhas sonuçları olan siyasi bir eylemdi. ‘Medenîleştirme misyonu’ (…), Afrika’dan Hint alt kıtasına ve Güneydoğu Asya’ya kadar çok geniş bir coğrafyada Avrupa emperyalizmini meşrulaştıran önemli bir kavramsal araçtı. Norbert Elias’ın medeniyet kavramının işlevine ilişkin tespiti bu noktayı teyit etmektedir: Medeniyet kelimesi ‘Batı’nın ben-idrakini ifade eder. Buna ulusal bilinç de diyebiliriz.” (s. 40)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked