İbrahim Kalın’ın “Barbar Modern Medenî -Medeniyet Üzerine Notlar-” kitabından (İnsan Yayınları Birinci Baskı 2018) yer yer alıntılar
“Yunancada techne, Arapçada sınâ’a kelimeleri, bir işi yapma biçimi, sanat, teknik ve zanaat anlamlarını taşır ve insanın kendine ve tabiata yabancılaşmadan teknik ve teknolojik araçları kullanabilme imkânını işaret eder. Heidegger ve onu takip eden ‘anti-hümanist’ düşünürlere göre insanlık vasfımızı ve tasarruf hakkımızı yitirmeden tekniği ve teknolojik araçları kullanmak mümkündür. Fakat bunun için varlığa ve eşyaya karşı farklı bir tutum içinde olmak gerekir. Heidegger bu tutumu ifade etmek için ‘varlıkların kendileri olmasına izin verme’ manasında Gelassenheit kelimesini kullanır. (Heidegger, Discourse on Thinking, s. 54) Heidegger teknoloji sorununa bir başka çalışmasında tekrar eğilir: The Question Concerning Technology and Other Essays (New York: Harper, 1977). Meister Eckhart gibi Hıristiyan mistiklerinin de kullandığı bu kelime, varlıkların ‘ne ise o olmalarına izin verme’ tavrını ifade eder. Buna göre insan toprakla, havayla, suyla ilişkisinde tahakküm kurma, dönüştürme, istediğini zorla elde etme gibi bir tutum içine girmez. Kendi dışındaki varlıklarla temas ederken kendini bir efendi olarak görmez. Varlıkla barış içinde ama kendi özgürlüğünü ve geleceğini de teminat altına alacak şekilde hareket eder. Böylece insan, özne olma vasfını yitirmeden varlığa karşı huzur içinde olabilir. (…)” (s. 48)
“Geleneksel toplumlar, insanların yönelmesi gereken bir idealin olduğunu fakat bunun belirsiz bir gelecekte değil, yaşanmış geçmişte olduğuna inanmaktaydılar. Bu ‘geçmiş’, Yahudiler için Hz.Musa (a.s.), Hristiyanlar için Hz.İsa (a.s.), Müslümanlar için Hz.Muhammed’in (s.a.v.) yaşadığı dönemdir. Bütün altın çağların özelliği, belli bir zaman diliminde yaşanmış olmasına rağmen, tarih ile mukayyet olmaması ve zaman-üstü arketipsel bir durumu temsil etmesidir. Örneğin Hz.Muhammed’in Arap Yarımadası’nda 6. ve 7. yüzyıllarda yaşadığı, tarihî bir vakıadır. O’nun hayatının diğer bütün detayları da bu manada tarih araştırmalarının konusudur. Fakat hayatının detaylarını anlamlı kılan, O’nun ilahî mesajı getirmiş olması, yani tarihsel analizin ötesinde zaman-üstü bir niteliğinin bulunmasıdır. Bir Müslüman için Hz.Muhammed’den daha ‘iyi’ bir insan ve O’nun döneminden daha ‘iyi’ bir zaman yoktur. Yine bu yüzden tarihî ve sosyolojik şartlar ne olursa olsun O’nun hayatı insanlar için ‘en iyi örnek’ (üsve-i hasene) olmaya devam edecektir. İslamî bir ahlâk ve medeniyet tasavvurunun kriterleri mevcut halde yahut mutasavver bir gelecekte değil, vahyin ve nübüvvetin yön verdiği ‘tarihî an’da bulunur.” (s. 50)
Bu açıdan baktığımızda tarihin akışının normatif manada geri çevrilemez ve her zaman daha iyiye doğru akmakta olduğunu savunmak mümkün değildir. Bu yüzden doğrusal (linear) tarih anlayışına karşı çıkan Eflatun, İbn Haldun, Vico, Nietzsche ve Spengler gibi düşünürler farklı gerekçelerle dairevî (cyclical) tarih fikrini tercih etmişlerdir. (…)” (s. 50-51)
Buna mukabil bir inanç haline gelen ilerleme düşüncesi, seküler modernitenin sık başvurduğu araçlardan biridir. (…)” (s. 51)
Kant da insanlığın bir bütün olarak ilerleyip ilerlemediği sorusunu, Yeniden Gündeme Gelen Eski Bir Soru: İnsan Irkı sürekli ilerlemekte midir? adlı risalesinde ele alır. Kant’a göre cevaplanması gereken soru, insanın doğal tarihinde değil, moral tarihinde bir ilerlemenin olup olmadığıdır. (…) İlerleme değer yüklü bir kavram olduğundan sorulması gereken sual, insanlığın ahlâken ilerleyip ilerlemediğidir.” (s. 52)
(…)
“Bu inanç kaybı, Batı medeniyetinin 20. yüzyılda yaşadığı kimlik krizini derinleştirmiş ve modernitenin temel çerçevesinin sorgulanmasına neden olmuştur. Kendi neslinin bu serencamını tasvir eden Toynbee, modernitenin sosyo-psikolojik gerilemesini de hülasa eder:
‘(…) Biz aynı zamanda bilim ve teknolojideki ilerlemenin insanlığı daha zengin yapacağını ve bu zenginliğin tedricî olarak küçük bir azınlıktan büyük kitlelere yayılacağını umuyorduk. (…) Hattâ insanlığın bir yeryüzü cennetine doğru ilerlemekte olduğunu ve bu hedefe yaklaşmamızın tarihî bir zorunlulukla takdir edildiğini düşünmüştük.'(Arnold Toynbee, Surviving the Future (New York: Oxford University Press, 1971), s.106-107. (s. 53)
No Comments