“Kim ki zâlime muîn(yardımcı) olur ise, Allah Teâlâ o zâlimi onun üzerine musallat kılar.”
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî‘nin eseri FÎHİ MÂ FÎH‘in (Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık, 8. Baskı, İstanbul, 2009) birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar ( bunlardan ilki s.12’den bir cümle olarak bu yazının başlığını teşkil ediyor.) oluşturacak bu yazıyı.
“Hz. Mevlânâ Kur’ân-ı Kerîm’deki, meâlen : “De ki: Rabb’imin kelimeleri için deryâ mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabb’imin kelimeleri bitmeden önce deniz tükenir,” âyet-i kerîmesini (Kehf,18/109) delil göstererek, kelimetullâhın tükenmeyeceğini; oysa elli dirhem mürekkep ile Kur’ân-ı Kerîm yazmanın mümkün olacağını ifâde ederek; sûret bir ve sınırlı olmakla beraber, manânın sonsuz olduğunu söylüyor.”(s.XIV)
“Hz. Mevlânâ mahbûb (sevgili) olanın güzel olması gerektiğinden yola çıkarak, kime kim güzelse, mahbûb odur neticesine varıyor. (…) İnsanın sûretine muhabbet edilmez; çünkü insan sadece sûretten ibaret değildir. (…) Âşık kadehin içine, başkaları ise sûretine bakarlar. Şarabı kadehten ayrı görebilmek için aşk, şevk ve iştiyâk lâzımdır. (…)” (s. XVI)
“Sadece sûreti gören bir kimse olmamak, dünya hayatında hakîkî maşûku temâşâ etmek, posta değil, dosta; güle değil külle yani tek kıbleye yönelmek isteyenler, iştiha ve şevk hâsıl etmelidir. Aksi takdirde sadece sûret ve sebebi göreceğinden, kıblesini çoğaltmış olur.(s. XVII)
“(…) Âşık kendisini bir işte muhtâr (seçkin /özerk) görmez, her işi ma’şûktan bilir: ‘Öyle sanırdım ayrıyım, dost gayridir, ben gayriyim / Bende olup işiteni bildim ki ol cânân imiş’ (Niyâzi-i Mısrî). Hz. Mevlânâ ‘Mescid-i Harâm, zâhir ehline göre Kâbe’dir, âşıkların ve vâsılların (ulaşanların) indinde ise visâl-i Hak’dır (Hakk’a kavuşma) der.” (s.XVII)
“Bir gönülde iki sevdâ olamaz. Gönül ya Mevlâ’yı, ya da dünyâyı sever. İlâhî irâdeye bağlanan gönül, dünyâ esaretinden kurtulur. Bu durumda kul, Allah Teâlâ’ya olan ihtiyacını devamlı hisseder. Muallim Nâcî bu hususu bir beytiyle şu tarza hulâsa etmiştir: ‘Zengin sanırız kendimizi lîk fakiriz, / Hürüz deriz ammâ ki, hakikatte esîriz!’ Bu mertebede kul henüz ikilikten kurtulmuş değildir. Tasavvuf terminolojisinde buna ‘fark’ hâli denir. Kur’ân-ı Kerîm’de ‘İyyâkena’budü (‘Ancak sana ibadet ederiz.’ (Fâtiha,1/5) bu makama işarettir. ‘Cem’ ve ‘Cem’u’l- cem hâli ‘Ve iyyâke nestaîn (Ancak senden yardım bekleriz) dır ki, cânı cânâna verip âzâde olmaktır.” (s. XVIII)
“Bütün âlem bir kökenden gelip yine o kökene döner: meâlen ‘Biz Allah için varız ve sonunda O’na döneceğiz.’ ( Bakara, 2/156) âyet-i kerîmesini Hz. Mevlânâ şu tarzda açıklamıştır: ‘Bütün cüzler o mahalden gelmiş, yine hepsi o mahalle dönerler. Bütün bu alış-veriş soyut ve somut kevnî (kozmik) sûretler tablalarında görünür olur.” (s. XVIII)
“Hz.Mevlânâ’ya göre ‘Ene’l-Hakk’ın manâsı, hareketler Hak’tandır’ demektir” (s.XIX)
“Bilindiği üzere ehlullah (Allah ehli) cevâmiu’l-kelimdir (birçok manâyı kendinde toplayandır).” (s.3)
“(…) İmdi (Şu hâlde) Hakk’ın nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve gayret göstermeyen adam, adam değildir. İdrâk olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, ictihâddan (gücü yettiği kadar çalışmadan) hâlî (boş) kalmayıp durup dinlenmeden ve kararsız olarak Hakk’ın Celâl nûrunun etrafını devr eyliye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemiye.” (s.36)
No Comments