İsmail Kara’nın “Cumhuriyet Devrinde Medreseleri Islah Projesi” başlıklı yazısından alıntılar
İsmail Kara‘ın bu başlık altındaki yazısı Derin Tarih dergisinin Haziran 2023 sayısında çıkmış durumda. Bu yazının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
” Medreselerin ıslahını gündeme getiren ilk metinler, Sultan Abdülhamid döneminde muhalefetten yani İttihat ve Terakki hareketinden geldi. Siyasi istikrarsızlıklar ve birbirine eklenen savaşlara rağmen II. Meşrutiyet devrinde medreselerin ıslahı teşebbüslerine başlanmış ve nihayet Birinci Meclis 1922 yılında, Millî Mücadele’nin en yoğun ve kritik günlerinde, ‘Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’ni çıkarmıştır. Metinleri ve her seviyedeki tartışmaları incelediğimizde birbuçuk yıl sonra Medreselerin kapatılacağına ve hattâ aynı gün Şeriye ve Evkaf Vekâletinin lağvedilip yerine Diyanet İşleri Başkanlığı gibi nev-zuhur bir müessesenın kurulabileceğini dair herhangi bir emare bulmak mümkün değil.” (Öz veya Giriş anlamında)
“Erken tarihi 1770’li yıllara kadar çıkan modern okullaşma (mektepleşme) süreçlerini; Cumhuriyet eğitim sistemini de hazırlayacak şekilde ıslah eden, genişleten, yaygınlaştıran, derinleştiren, aynı zamanda müfredat ve ders kitapları üzerinden Yeni Selefîlik anlayışına yakın / uygun bir şekilde dinîleştiren Sultan Abdülhamid, medreselerin ve tekkelerin ıslahı için küçük parmağını zaman zaman da olsa oynatma ihtiyacı duymadı. (…) Bu ilgisizliğin ve doğrudan-dolaylı yollarla mesafeli duruşun birçok göstergesi var fakat en ‘göze batanı’ cins atlar dahil olmak üzere Osmanlı topraklarını kurumları, insanları ve ‘medenî’ zenginlikleriyle resmettiren padişahın bu albümlerinde medrese ve tekkelerle alakalı, ne kurumsal ne de insan unsuru itibariyle -tesadüfler hariç- neredeyse hiçbir karenin bile yer almamış olmasıdır. Her türden, her cinsten onbinlerce memleket fotoğrafı fakat Osmanlı Devleti’nin kurucu ve sürdürücü iki büyük kurumundan, onların hoca ve şeyhlerinden, talebe ve müridanından hiçbir iz yok! Nisyana terkedilmiş, üstü örtülmüş… Kalmayan kendi ‘yağında’ kavrulmaya bırakılmış…
Üzerinde durulmamış bir problem ama ciddî ve şaşırtıcı bir mesele… Fotoğraflarda bir müderris, bir kadı, bir şeyh görünüyorsa eğer bu, modern bir mektebin, bir devlet dairesinin, demiryolunun, postahanenin, karantinanın… açılışı vesilesiyle veya her kademedeki modern mekteplerin hocaları arasında bulunması yahut Maarif’in, Adliye’nin Darülfünun’un heyetlerinde yer alması sebebiyledir. Yani ‘kendi’ yerinde değil başka/yabancı bir yerde görülebiliyor ancak… (…) Medreselerin ıslahını gündeme getiren ilk metinlerin nereden ve nasıl çıktığına bakıldığında da enteresan bir vâkıa ile karşılaşılacaktır. Bunlar ulemadan, meşayihten , kurumsal olarak medrese ve tekkelerden de birçok unsuru içinde barındıran/içine çeken muhalefetten, -Yeni Osmanlıların sınırlı metinleri bir tarafa bırakılırsa- esas itibariyle İttihat ve Terakki hareketinden geldi. Hamid Devri’nde risale olarak ancak Kahire’de basılabilen ilk metin muhalif ve firarî Hoca Muhyiddin’in Medreselerin Islahı kitapçığıdır (Mısır, ts. 1314/1897, 32 s.). Jöntürkler memalik-i Osmaniye’de güçlü ve etkili bir grubu yanına çekmek suretiyle padişahın hayli mesafeli durduğu hoca ve şeyhlerden, medrese ve tekkelerden meşruiyet kazanmak, muhalefet için onların ağlarına ve iletişim imkânlarına dahil olmak, onlar vasıtasıyla halka ulaşmak yoluyla istifade etmek istiyordu fakat bunun kadar önemli olan ihmal edildiklerinin farkında olan ilmiyeden ve sufiyeden zevatın bunlara muhalefete hevesle katılmasıdır. (…). Medreselerle mekteplerin, âlimlerle aydınların hususen yüksek tahsil kademelerinde kuvvetli bir şekilde ilişkilendirilmesi de (Medresetü’l- Mütehassısîn ile Darülfünûn İlahiyat ve Edebiyat Fakültesi arasında tesis edilen münasebetler bu bakımdan dikkat çekicidir), Sultan Hamid Devri’nde Ulûm-ı Âliye-i Diniye Şubesi adıyla eğitim veren ‘İlahiyat’ Şubesinin İttihatçılar devrinde daha siyasî-‘dinî’ bir şekilde Ulûm-i Şeriye Şubesi adını alması da bu süreçlerin bir devamıdır. (…) Siyasî istikrarsızlıklar ve birbirine eklenen savaşlara rağmen II. Meşrutiyet devrinde medreselerin ıslahı teşebbüsleri başlamış ve İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde ümit verici mesafeler de alınmıştı. Taşradaki medreselerin ıslahının zaman alacağı ise baştan belliydi. Ankara hükümetlerinin ve Meclis’in devraldığı veya bir şekilde kendi tarafına düşen medreseler I.Cihan Harbi’nin, Mütarekenin, işgallerin, Millî Mücadele şartlarının getirdiği bütün olumsuzluklara, insan unsuru kayıplarına ve imkânsızlıklara rağmen ‘yenilenmiş / yenilenmekte olan bir halet-i ruhiye içinde idi. Ayrıca Anadolu ulema ve meşayihi Millî Mücadeleyi desteklemiş, kendi bölgelerinde dağınık ve zayıf kuvvetleri organize etmiş, bu sayede Birinci Meclis’te haklı ve tabii olarak en kalabalık grubu meydana getirmişti. Onların medreselere ihtimam göstermesi beklenebilecek bir şeydi. (…) Millî mücadele devam ederken Meclis’in onun bir parçası olarak Şeriye ve Evkaf Vekâletinin Anadolu Medreselerini ihya etmek için gösterdiği çabalar ve 1914’te yapılan medrese ıslahatına benzer, onun bir tür devamı sayılabilecek bir çalışmanın içine girmesi, nihayet 1922 yılında, savaşın içinde iyi hazırlanmış ‘Medârıs-i ilmiye Nizamnamesi’ni çıkarması ve hemen bunun gerektirdiği teşebbüslerde bulunması bu açıdan anlamlıdır. (…) Vukubulan müracaat-ı mütevaliyeden (ard arda gelen müracaattan) anlaşıldığına göre Anadolu’nun birçok yerlerinde iman yokluğundan şikayetle cemaatle farz namazları kılınamamakta ve hattâ cenazeler gasl ve tekfin edilmeksizin (yıkama ve kefenleme yapılmaksızın) defn edilmekte olduğu ve dinî sorularını ve meselelerini cevaplayacak ve çözecek bir âlim bulunmadığı son derece teessürle beyan edilmekte ve şu suretle cahillik belası yaygınlaşarak dinî esaslar ve toplumsal câmiamızın Allah göstermesin kökünden sarsılacağından hakkıyla korkulmaktadır. (…) 1919-1923 yılları Ankara tecrübesinden, Erken Cumhuriyet devrinden diğer inkılaplar gibi, medreselerin kapatılmasıyla sonuçlanan Tedrisat Birliği’nin, birbuçuk yıl sonra tekkelerin kapanmasının çıkabileceğini beklemek ve düşünmek muhtemelen aşırı yoruma girecek veya inkılapları ‘millîleştirmek’ çabasına dönüşecektir. Benim kanaatime göre kurucu kadro böyle düşüncelere, bu derecelerde sahip değillerdi. Bunları, daha doğrusu bu hallerini kucaklarında buldular. (…)”
No Comments