“Ancak kalb huzûru ile namaz olur.”
Mevlânâ Celâleddîn Rûmî‘nin FÎHİ MÂ FÎH(o şey ki onun içinde) adlı eserinin (Tercüme: Ahmed Avni Konuk, Hazırlayan: Dr. Selçuk Eraydın, İZ Yayıncılık, 8. Baskı: 2009) Otuzsekizinci, otuzdokuzuncu ve kırkıncı Fasıllardan yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki s.131’den bir cümle olup bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil etmekte) bu yazıyı oluşturacak.
” Ve salât-ı dâim (devamlı namaz) ruhdan başkasının makdûru (elinden geleni) değildir.” (s.131)
“Aşkı ancak bir başka aşk izâle eder.” (s.131)
“Allah ile oturmak isteyen tasavvuf ehli ile berâber otursun.” (s.131)
“Dünya hayâtı ancak bir oyun ve bir eğlencedir.” ( Muhammed sûresi, 47/36) (s.131)
“Temyîz (ayırma) îmândır; küfür (inkâr) ise temyîzsizliktir (ayıramazlık).” (s.133)
“Bu fıkhın aslı vahiy idi; fakat halkın fikirleri, havâssi (özellikleri) ve tasarrufu ile karışınca o letâfet (lâtîf olma, kesîf’in zıddı) kalmadı.” (s.133)
“Bir ihtiyâr mel’abe (oyun, eğlenme) ile meşgûl olunca akıllı değildir. Eğer yüz yaşında olsa yine çocuktur. Ve eğer çocuk olup oyunla/eğlence ile meşgûl olmasa, o pîrdir. Burada yaşa itibar yoktur.” (s.134)
“İşte onlar kendilerine öyle bir azâbımız gelip çattığı zaman olsun yalvarmalı değil miydiler? Fakat yürekleri katılaşmış. Şeytan da yapmakta oldukları isyânları süsleyip püslemişti.” (En’âm, 6/43) (s.137)
“Hayır ve şerden ne söylersen yine o sadâyı işitirsin. Eğer, ben güzel söyledim, fakat dağ bana çirkin cevap verdi diye zannedersen muhâldir (olması mümkün değil). Zira bülbül öttüğü hâlde, dağdan karga sadâsı veya başka bir ses gelmez. Dolayısıyla yakînen bil ki, her ne sûretle nidâ etmiş isen, o nidânın karşılığını işitirsin.” (s.137)
“Hikmeti ehlinin gayrine vermeyiniz, (hikmete) haksızlık yapmış olursunuz ve ehlinden de esirgemeyiniz, zira o zaman da ehline haksızlık yapmış olursunuz.” (s.139)
“Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ağızdan ve dudaktan münezzehtir (tenzih olunmuştur). Fakat Peygamberler harfsiz âlemden harf âlemine ve savta (sese) gelip, bu çocukların hatırı için, kendileri de çocuk olurlar. Zîrâ anlam olarak ‘Ben muallim olarak gönderildim’ buyrulmuştur. Hakikaten bu cemâat harf ve seste kalmışlardır ve peygamberlerin hâllerine vâsıl olmamışlardır. Fakat kuvveti onlardan alırlar ve onlardan neşv ü nemâ bulurlar (yetişirler); ve o enbiyâ ile ârâm ederler (rahat bulurlar), kuvvet kazanırlar.” (s.141)
Cümle nüfusta (nefislerde) aklın, harf (söz) ve savtın (sesin) ötesinde bir şey ve bir büyük âlem olduğuna kanaat vardır. Görmez misin ki bütün halk meczubların ziyâretine giderler ve ‘belki bu odur’ derler. Doğrudur,böyle bir şey vardır. Fakat mahallinde (yerinde) galat etmişlerdir (yanılmışlardır); o şey akla sığmaz. Gerçekten enbiyâ ve evliyânın bir hâli vardır ki, ifadeye ve zabta gelmez. (…) Etrâfını devr ettikleri meczublarda bu manâ yoktur; ve halleri tebeddül etmez (değişmez) ve onlar ile ârâm etmezler (karar kılmazlar). Oysa onlar karar kıldıklarını zannederler. Ben onlar için karar kılmak vardır demem. (…) Tabibler derler ki, ‘Mizâca her ne hoş gelirse ve tabiat neyi iştiha eylerse, ona kuvvet verir ve kanı tasfiye eder.’ (…) Hoşluk ona illetten evvel hoş gelmelidir. (…) İşte bunun gibi ruhların da Hakk’ın zikrinden ve Hak’da istiğrakdan (kendinden geçip dünyayı unutma) dolayı kudsî âlemde melâike gibi bir zevki ve hoşluğu var idi; eğer onlar cisimleri sebebiyle marîz ve ma’lûl (hasta ve sakat) olup, onlara çamur ve toprak ekli (yeme) hoş gelirse, tabîb olan enbiyâ ve evliyâ derler ki, ‘Bu zevk yalancıdır, sana başka bir sebeple geliyor, onu unutmuşsun. (…)” (s.142)
No Comments