“İlâhi Zâtın varlıkta ne münâsibi, ne mutâbıkı, ne de münâfîsi(zıddı) vardır.”

 

Abdülkerîm el-Cîlî‘nin eseri olan İNSÂN-I KÂMİL’den (Mütercim: Abdülaziz Mecdi Tolun, Yayına hazırlayanlar: Dr. Selçuk Eraydın-Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İZ Yayıncılık, 4. baskı ; İstanbul 2015) yer yer yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki s. 53′ ten bir cümle olup bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil etmekte) oluşturacak bu yazıyı.

“İnsanın Allah’ın halifesi olması veya esmâ ve sıfâtının tezahürü için tam mazhar olması her insan için bir hak olmakla beraber, fiilen bu imkân sadece İnsân-ı Kâmil için mümkündür. Kâmil İnsan da mutlak anlamda Hz. Peygamber, Hz.Peygamber’e niyâbeten (vekâleten) de diğer nebi ve velilerden ibârettir. Hakkın varlığının ilk tenezzül (inme) ve taayyün (belirme) mertebesi, zâtından zâtına olan ve ilk taayyün mertebesi olarak isimlendirilen ‘birinci belirme’ mertebesidir. Bu mertebe, aynı zamanda Muhammedî hakikat mertebesidir ve Zât-ı İlâhîde mündemic olan( içkin) kabiliyet ve sıfatlar yekdiğerinden ayırt etmeksizin, toplam olarak bu mertebededir. Bu mertebe kendisinden sonra gelen bütün mertebelerin hakikatlerini toplayıcıdır ve yine bu mertebe Hz.Peygamber’in hakikatine işarettir. İşte hem vücûd (varlık) olarak ve hem de bilgi olarak kendisinden sonra gelen ilahî ve kevnî (oluşla ilgili) bütün mertebelerin esası ve Kâmil İnsan’ın mertebesinden ibaret olan bu mertebe, yani Muhammedî hakikat mertebesi kitabımızın isminin işaret ettiği mertebedir.” (s.13)

“İnsân-ı Kâmil hakikatiyle bütün varlığın bilgisini toplayıcıdır ve hakikatlere ait bütün bilgiler bu mertebeden kaynaklanmaktadır. Şu halde ‘İlklerin ve sonrakilerin bilinmesinde İnsân-ı Kâmil’, mutlak anlamda Hz. Peygamber’in hakikatinden ibaret olan birinci mertebenin bilinmesinin kendisinden sonra gelen ilahî ve kevnî bütün mertebelerin ve o mertebelerde beliren varlıkların hakikatinin de bilinmesi demektir.” (s.13-14)

“Cîlî, bu kitapta genel olarak ‘Varlık’ meselesini ele alır ve özellikle Tasavvuf Tarihinde Varlık meselesini en geniş şekilde inceleyen İbnü’l-Arabî’den aldığı felsefî ve tasavvufî terimleri, İbnü’l-Arabî’nin yöntemine yakın bir şekilde tanımlar. (…)

Cîlî, varlığın ve kendileriyle muttasıf olduğu sıfatların birliği görüşüne sahiptir. Cîlî burada sıfatlarla ilâhî zâtın sıfatları veya bizzat Hakk’ın kendileriyle nitelendiği sıfatları kast etmektedir. Cîlî’ye göre sıfatlar İbnü’l-Arabî’de de olduğu gibi ‘âlem’ diye isimlendirdiğimiz haricî varlıkların ‘ayn’ıdır (hakikatıdır).

(…) Cîlî mutlak olarak sıfatı, ‘nitelenenin halini bildiren veya halinin bilgisine ulaştıran şey’ şeklinde tanımlar. Yani sıfat nitelenen hakkında bilgi veren şeydir. (…) İlâhî Zât ya da Mutlak Varlık ilâhî sıfatların ‘ayn’ıdır (hakikatıdır). Âlem mazharlarda tecellî eden ilâhî sıfatların dışında müstakil bir şey olmadığına göre, söyle diyebiliriz: ilahî zât ve âlem, ya da Hak ve halk hakikatte aynı şeydir.” (s.14)

“Cîlî, hâricî âleme gerçek bir varlık nisbet etmekte tereddüt göstermez. Bununla birlikte haricî âlemin Hakk’a nisbetinin ‘kabuğun öze’ nisbeti gibi olduğunu söylemektedir.

Mutlak varlık ya da ilâhî zât ise gayb âlemidir; ‘ibâreler’ ile idrâk edilemez; işâretlerin bilinmesiyle anlaşılamaz. Çünkü her hangi bir şeyin bilinmesi kendisine uygun veya zıt bir şey ile mümkündür. Oysa Zâtın varlıkta ne benzeri, ne de zıddı vardır. Akıl kendi mertebesinde Zât hakkında hiçbir bilgi elde edemez. Ancak isim ve sıfatların perdelerini aşıp, mahlûkattan ibâret olan ‘zâhir varlığa’ bakarsa, ‘hakikat’in bütün zıtları içeren bir ‘öz’ oldugunu anlar: hakikat ezelî ve ebedî, hak ve halk, kadîm ve hâdis, rab ve kul, zâhir ve bâtın, vâcib ve mümkün, mefkud (kayıp, bilinmeyen) ve mevcud, sâbit ve menfî ve buna benzer zıtlıklardan ibarettir. Fakat bu ikilik gerçekte rölatiftir ve bizim bakış açımıza göredir; bizzat varlık açısından ikilik söz konusu olamaz. Yani ‘hakikat’ farklı iki varlığa tekabül etmemektedir. İki bakış açısı ile bakılan, gerçekte tek bir varlıktır. Hakikate zât açısından bakıldığında ‘hak’ denir; sıfatlar ve isimler yönünden bakıldığında ise ‘halk’ denir. Zât, sıfat ve isimlerin ‘ayn’ıdır (hakikatıdır).” (s.15)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked