“Bilgi ve Bilmenin Hakikati”
Ömer Türker‘in Teklif isimli 2 aylık düşünce dergisinde (Mayıs 2023/ Sayı 9) çıkan, bu yazının da başlığı olarak alıntıladığım başlıklı yazısından yer yer yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“(…) Nefs veya ruh aklî bir cevherdir ve temel özelliği bilmektir. Fakat onun bilme işlevi, kuvveleri (güçleri, yetkileri) aracılığıyla işlevselleşir. (…) Dış kuvvetler nefsin varlığının bir parçası değildir. (…) Nefs, insan varlığının kendisi olup bütün diğer iç ve dış duyular muhtelif araçlar olduğundan nefs ile irtibatı olmadığı takdirde herhangi bir duyunun idrâkinden de söz edilemez. Diğer deyişle göz görürken gören gerçekte göz aracılığıyla nefstir; vehim tevehhüm ederken (kuruntuya düşerken) onun aracılığıyla tikel anlamları idrâk eden nefstir vs. Nefs ile irtibatı kesildiğinde iç ve dış duyular idrâk faaliyetini gerçekleştiremez; zira duyular idrâkin öznesi değildir. Bu demektir ki, nefsin bilmekten ibaret olan aslî işlevi, aynı zamanda nefsin kendisiyle özdeştir. Bilmenin iptali nefsin kendisinin de lağvedilmesi demektir. Lâkin bu aslî bilme işlevi, kendisini hafıza, hatırlama, vehmetme, hayal etme ve diğer güçler aracılığıyla gösterir. (…) Kuşkusuz bunlardaki eksiklik, ortaya çıktığı yaş seviyesine göre, bilme işlevinin vüs’atini (genişliğini) etkiler, alanını daraltır. Fakat bir cevher olarak nefs ve onun kendisi nedeniyle gerçekleştirdiği bilme, bu işlevlere indirgenemez. Bu anlamda bilme veya daha dakik ifadesiyle biliş, bütün tezahürleri (belirmeleri) aşkın bir şeydir. (…)”
“İç duyular görüşünün tabiat ve nedensellik teorileriyle ilişkisi doğru olmakla birlikte filozofların dediği gibi beyinde bu işlevleri yerine getiren kuvvelerin bulunması ve aklın bu kuvveler aracılığıyla hayal, vehim ve hafıza gibi işlevleri icra etmesi ile kelamcıların kâdir-i muhtâr (seçkin kâdir) Tanrı anlayışı ve âdet teorisi arasında zorunlu bir çelişki yoktur. Nasıl ki akıl görülen, işitilen, koklanan, dokunulan ve tadılan şeylere bunları idrâk eden dış duyular aracılığıyla ulaşıyorsa dış duyulara benzer şekilde iç duyuların da vehmetme, hayal etme, hıfzetme ve hatırlama işlevlerinin araçları olması mümkündür. (…)”
“İç ve dış duyular ile akıl ilişkisi, kelamcı ve filozofların tabiat ve nedensellik ile kudret ve âdet kabullerinden hareketle yaptığı tartışmaları aşan bir yöne sahiptir. Bu yön daha ziyâde Şihâbüddin es-Sühreverdî ve İbnü’l-Arabî’nin hayâle ilişkin tartışmalarında kendisini gösterir. Hayal gücü, İslâm düşünce geleneğinde akıl ve duyu ilişkisini şeffaflaştıran bir turnusol kâğıdı gibidir. Fârâbî, hayalin Meşşâî gelenekteki işlevini kullanarak geliştirmiş olduğu bir nübüvvet teorisinde hayali, aklın kavradığı makulü duyulur suretlere dönüştürerek vahyin gerçekleştiği kuvve olarak vaz etmişti. Bu teoride hayal, insan bedenini oluşturan karışımların mükemmel dengesinin tezahürü ve vahiy adı verilen insânî idrâkin mahalli olarak görünür.”
“İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde hayal hem Tanrı’ya hem de insana nispet edilen ve varlığın muhtelif zuhûrlarını idrâk eden bir güçtür. Akıl ise hayale eşlik eden ve hayâlin idrâk ettiği zuh6rdaki anlamı kavrayan güçtür. Öyle görünüyor ki, İbnü’l-Arabî, hayâli, bir anlamın farklı mertebelerde ve farklı tahakkuklarda girdiği izafetleri kavrayan bir güç olarak görmektedir. (…)”
“(…) İnsanlık tarihinde bilebildiğimiz kadarıyla üçüncü bir alan şurası: Tecrübede hakikat olan ne? Yani benim şahsî ilgilerimden, örfümden hiçbir şekilde etkilenmeyen,bunların hepsini aşacak ve hepsinde çeşitli şekillerde zuhûr edebilecek olan hakikat ne? (…) Yahut tecrübe dediğimiz şey gerçekten de bu yoruma ihtiyaç duymayacak kadar zahiren dikkate alınıp ilerlenmesi gereken bir şey mi? Aslında dönemlerin ilgilerini belirleyenler de bunlar. Diğer deyişle bir dönemin ilgisini iki şey belirliyor. Birincisi, tecrübeyi ne üzerine yoğunlaştıracağız? Aslında medeniyetlerin yükselişleri ile ilgili yazılanlar yalan değilse başlangıçta ilgiler ile ilgili devasa bir veri toplama ameliyesi oluyor. Mesela İslâm’ın kuruluş dönemini hatırlayalım. Söz gelişi dille ilgili devasa bir veri toplama çalışması var. Çeviriler de bunun bir parçası. (…) Bu tecrübeyi yoğunlaştırma, başlangıçta ilgilerine göre ortak bir yoğunlaştırma oluyor. Yani mesela diyelim ki dilde veri topladı Müslümanlar, eski milletlerin daha önce ortaya çıkardığı verileri bir araya getirdiler, fizik alanlarıyla ilgili devasa bir veri toplama ameliyesine girdiler. (…) Bu yüzyılda Avrupa kendisini yeni bir ‘hadise’nin öznesi olarak kavrıyor ve onları özne haline getiren bu süreçlerin doğurduğu hadiseye sadakat her alana sirayet edecek ortak bir tasavvur meydana getiriyor. (İ.H.Üçer). Sûfilerin aşk dedikleri şey gibi bütün alanlara yayılıyor. (Ö.Türker) (…)”
No Comments