DİN VE MİLLİYET 1/1904-1914 II. Meşrutiyet ve Milli Mücadele Dönemlerinde Milliyetçilik Tartışmaları
(Yayına Hazırlayanlar: İSMAİL KARA ABDÜLKERİM ASILSOY)
DERGÂH YAYINLARI’nın 1037., Çağdaş Türk Düşüncesi dizisinin 89. kitabı (1.Baskı Nisan 2023) olarak yayınlanan bu eserden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“Bir ay oluyor ki heybetli istibdad binası yıkıldı. Kanun-i Esasî ilân edildi. Hürriyetin hatır ü hayale gelmeyen enva-ı tecelliyâtı arz-ı dîdâr-ı hürriyet etti (türlü hürriyet tecellîleri yüz gösterdi). İstenildiği gibi söz söyleniyor, yazı yazılıyor. İstenildiği gibi toplanılıyor. Cemiyetler teşekkül etti. Kulüpler açıldı. İttihad ve Terakki fikirleri ortaya sürüldü. (…) Ruhumu kalbine sığmayacak kadar yükseltiyor. Maziyi bütün zulmetleriyle , kasvetleriyle, tahammül-fersâ (tahammül bırakmayan) ızdırablarıyla unutturuyor. Hâli seyrine doyulmaz bir sahne-i behiştî (cennet sahnesi) gibi gösteriyor. Mustakbeli (geleceği) ümitlerle, nâzenîn hayallerle besliyor. Rehgüzâr-ı hayat-ı ümmette (ümmet hayatının yolunda) güller, gülistanlar açılacağını; atılacak her hatvenin(adımın) bir saadet karargâhı, varılacak merhalenin bir daru’l-eman-ı muvaffakiyet (başarının eminlik yurdu) olacağını tebşir ediyor (müjdeliyor).”
“Hem size hem lisanımıza hem lisânınıza fart-ı muhabbeti (aşırı muhabbeti) kendisini tanıyanların kâffesince malum bulunan, tercüman-ı emr ve nehy-ilâhî olan o lisan-ı mübareke aşkı, lisan-ı Kur’an ile tekellüm eden (konuşan) o kavme hürmeti bir dinî-mukaddes vazife bilen bir muharririn aşağıdaki sözlerini rica ederim dinleyiniz. Akıl ve mantıka uygun ise kabul, hikmete mugayir (aykırı) ise reddediniz.
“Lâkin neşve-fezâ (uzaysal neşe), ruh-bahşâ (ruh bağışlayıcı) olan bu semâ-yı saf-ı meserrette ( saf şenlik semâsında) ufacık bir leke, belki her göze görünmez siyah bir nokta dünden beri zihnimi işgal ediyor. İstanbul’daki Arap ihvânımızın (kardeşlerimizin) bir ‘Arap Kulübü’ tesis etmek fikrine düştüklerini, burada mukîm Arab evladının bir defteri tanzim edilmekte olduğunu duyunca -ne yalan söyleyeyim- neşem kaçtı.
Bu tasavvurun masumâne, terakkîperverâne bir maksada istinat ettiğinde şüphe yok. Hattâ bunda bir sû-i niyet şaibesi görmekten bile Allah’a sığınırım. Fakat ne kadar halis, ne kadar iyi niyete bitişik olursa olsun cemiyetin unvanına bir ‘Arap’ vasfının ilavesi İslâmî câmia cihetinden bakılınca biraz nahoş değil midir? Biraz dûr-endîş (tedbirli) olanlar nazarında İslâmî uhuvvetin (kardeşliğin) en ziyade takviye-pezîr (takviye edilir) olacağı bir zamanda bir mebde-i iftirak (dağılma başlangıcı) gibi görünmez mi?
Eyyühe’l-ihvan! (Ey kardeşler!) İhtimal ki benim bu ürkekliğimi, bu korkumu biraz mübalağalı bulursunuz; ben ise bu cemiyeti bu nam ile tertip edenleri her türlü ağrâz-ı fâsideden (kötü maksatlardan) bütün kuvvet ve kalbimle tebrie (temize çıkarma) ve tenzih etmekle beraber bu unvanın kalbime verdiği dehşeti tasvire lisan ve kalemimi aciz görürüm. İnsaf ediniz. Biz bugün gayrimüslim vatandaşlarımızı râyet-i âdile-i Osmaniye (Âdil Osmanlı Devleti bayrağı altına) toplamaya çalışıyoruz. Tanışalım, barışalım, sevişelim diye onları âğûşumuza (kucağımıza/ bağrımıza) alıyoruz. Ecânibe (yabancılara) bile kendimizi sevdirmeye gayret ediyoruz. Böyle bir sırada iseMüslüman kardeşlerimizin şakk-ı asâ-yı vahdeti (toplumun birliğini kapalı tutan) ve hattâ hafifçe işmâm eden (duyuran) bir nam altında ictima etmek (toplamak) gibi bir cefalarına tahammül edebilir miyiz? Tahammül etsek bile o canımızdan muazzez bildiğimiz, saadetdârına yegâne vesile saydığımız dinimizce mesul olmaz mıyız?
Yahu! Araplık, Acemlik, Türklük, Kürtlük, Arnavutluk, Lazlık, Çerkeslik gibi itibarât-ı mevhume hükümden sâkıt olalı bin üç yüz elli sene geçti. (…) Resul-i Ekrem Efendimiz ensâb (şerler, belâlar, putlar) ile övünmeyi, akvâm (kavimler) arasındaki tefâzulü (fazilet yönünden karşılaştırmayı) sene-i beri (gönderildiği seneden beri) önemsenmez dereceye indirdi. Bunları cahiliye âdetlerinden olmak üzere külliyen reddetti. Tefazul ve tesâbük ( fazilet yarışı ve müsabaka) artık ahsâb (uygun) ve ensâbda ( şerler, putlar), şuûb ve kabâilde (cemaatler, kabileler) değil ilim ve takvâda, güzel ahlâk ile faziletlerde kaldı. Bir habeş kul olan Bilal’e Resûl ashabından kaç kişi tekaddüm eder (ondan önde olur). Suheyb-i Rumî ile Selman-ı Farisî’nin ka’bına (derecesine) Resul Ensarı’ndan kaç kişi varabilir? (…)”. (Babanzâde Ahmed Naim’in ARAP İHVANIMIZA BİR NASİHATİMİZ başlıklı yazısından. a.g.e., s.94-95)
No Comments