Hamid Algar’ın Nakşibendîlik adlı kitabından (insan yayınları 3.baskı) alıntılar
Çevirenleri Cüneyd Köksal, Ethem Cebecioğlu, İsmail Taşpınar, Kemal Kahraman, Nebi Mehdiyev, Nurullah Koltaş ve Zeynep Özbek olan bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
Hamid Algar, benim de kendisiyle üniversite öğrenciliğim sırasında İstanbul’da tanıştığım ve görüştüğüm daha sonra Erzurum’da üniversitede asistanlığım döneminde yine görüştüğüm ve kendisini Edebiyat Fakültesi hocalarından her ikisi de merhûm Mehmet Nazif Şahinoğlu ve Orhan Okay’la tanıştırdığım Cambridge Üniversitesi Arap-Fars Filolojisi Bölümü’nden mezun, Tahran Üniversitesi’nde doktora derslerini izledikten sonra, Türkçeyi hakkıyla öğrenmek maksadıyla İstanbul’a geçen ve nihayet 1963’te Cambridge’e dönerek doktora çalışmalarına başlayan, Ondokuzuncu asır İran’ında ulemanın siyasî rolleri konulu tezini 1965 yılında tamamlayıp ABD’de Kaliforniya Üniversitesi’nde Orta Doğu Araştırmaları Bolümü’ne katılan, burada irfan, tefsir, Şîîlik, İran’da İslâm tarihi, Arap, Fars ve Türk tasavvufî edebiyatı, İslâm felsefesi gibi konularda ders veren; İran, Türkiye, Bosna, Malezya ve Özbekistan gibi birçok ülkede hem ilmî kongrelere katılan, hem araştırmalarını sürdüren, birçok dilde yayınlarıyla tanınan, 2010’da emekli olup başta Nakşîlik tarihi ve bugünkü durumu olmak üzere çeşitli konular üzerinde yoğun şekilde çalışmaya devam eden bir bilim adamı. Onun bu kapsamlı / hacimli kitabından yapacağım alıntılamalar da bu seçkin bilim adamının niteliğini yansıtacaktır elbette.
” Bosna, Türkiye, İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’da tarîkatın mensupları ve meşâyihiyle tanışmak; faaliyette bulunan tekke ve hankâhları ziyaret edip zikir toplantılarına katılmak; tarîkata ait muhtelif dillerde yazılan kitap ve yazmaları toplamak; kütüphanelerdeki yazmaları ya istinsah etmek veya onların fotokopisini çıkarmak -bütün bunlar bana nasip oldu. İznimi takip eden yıllarda da fırsat buldukça tekrar tekrar yollara düşüp araştırmalarımı sürdürdüm; mesela Malez ya’da Güneydoğu Asya Nakşibendîliğinin özelliklerini öğrenmek imkânına kavuştum.
Fakat 1984 yılında ben yine bir izinden istifade etmek üzere Londra’dayken Amerika’daki evimin ve topladığım Nakşibendîliğe ait malzemelerin hemen hemen hepsinin bir yangında kül olduğunu öğrendim. Aynı malzemeleri yeniden toplamanın gayet güç veya imkânsız olduğu âşikârdı. Ayrıca büyük, geniş kapsamlı bir seri kitap yazmayı hedeflediğim için o zamana kadar ancak birkaç makale kaleme almıştım. Maamafih projemden tamamen vazgeçmedim. İmkân nisbetinde araştırmalarıma devam edip tarikatın önemli şahsiyetleri ve değişik bölge ve devirlerde ki tarihini anlatan yazılar yazabildim; Cenâb-ı Hak kısmet ederse, elimdeki malzeme ile on-onbeş makale ve belki bir-ikikitap da yazmayı planlıyorum.
Hulefâ-i Râşidîn dörtlü yapısının açık bir taklidi olarak Hemedânî dört halef tayin etmiştir. Bunlardan ikisi önem arz eder; Ahmed Yesevî (v.562/1167) ve Nakşibendiyye silsilesindeki ikinci halka olan Hâce Abdulhâlık Gucduvânî. Nakşibendiyye silsilesi yoğun bir şekilde halkı Farsça konuşan ve İslâm kültürünü tamamen benimsemiş bölgelerde buyurken; Yesevî halkasının ya sathî ya da hiçbir şekilde İslâmîleşmemiş Orta Asya’daki Türk halklarına yönelerek Nakşibendiyy’den kendisini ayırdığı söylenmektedir. (dipnot: Bu tez ilk kez Fuad Köprülü tarafından Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (yeni baskı, Ankara,1966) isimli klasik eserinde sunulmuştur. (…) Ancak Yesevî edebiyatının hatırı sayılır bir çoğunluğu, onuncu / onyedinci asra kadar Farsça kaleme alınmıştır. (…) Bunun zıddı olarak Nakşibendiyye tüm büyuk Türk halkları, biraz daha hızlı olarak da Özbekler, Tatarlar ve çok geçmeden de Türkmenler, Kazaklar ve Kırgızlar arasında nüfuzunu genişletmiştir. İki tarikat arasındaki temel ayrım noktası etnik tesir olmayıp zikir metodunda yatmaktadır. Yesevî ve halefleri testere zikri (zikr-i erre) adı verilen cehrî bir zikir tatbik ederken, Gucduvânî hafî zikri tercih etmiş ve bunu nihaî olarak Bahâeddîn Nakşbend’e nakletmiştir. (…) İki tarikatteki cehrî ve hafî zikir Orta Asya’da cehriyye (açık tarz) ve hafiyye (gizli ya da sessiz tarz) olarak ifade edilir. (…) Gucduvânî Buhâra’da eğitim alırken, Kur’ândaki “Rabbinize yalvara yakara gizlıce dua edin” (7:55) âyetiyle karsılaşmışve tefsirini hocasından dilemiştir; ama nâfile. Çok geçmeden inisiyatik prensibinin olumsuz ve her yerde hazır karakteri olan Hızır’a rastlamış; o da Gucduvânî’ye hafî zikir usûlünü öğretmiştir. (…) Gucduvânî Nakşibendî silsilesine sadece hafî zikri değil, ayrıca sonradan Bahâeddîn Nakşibend’in üç prensip daha eklediği “kutsal kelimeler” ( kelimât-ı kudsiyye) olarak bilinen ve Nakşibendiyye’nin tüm kollarında sürekli bir rağbet gören sekiz prensip miras bırakmıştır. (…)
Gucduvâni 617/1202’de vefat etmiş olup türbesinin bulunduğu memleketi Gucduvan, Buhâra bölgesinin Bahâeddîn Nakşbend’in türbesinin dahi tamamıyla gölgede bırakamadığı büyuk bir ziyaret merkezi haline gelmiştir. (…) Ahrâr orneğinden ilhâm alan Nakşibendiyye tarîkatı, şeriatın hakimiyetini geniş bir coğrafyada saglamaya çalışmıştır: Hindistan’da Ekber’in senkretizm’ine, Dağıstan ve Batı Türkistan’da Rus emperyalizmine, Doğu Türkistan’da Cin baskılarına ve Endonezya takımadalarının kimi bölgelerinde Hollanda sömürgeciliğine karşı. (…) Nakşibendîler şeriata sadakatle hareket ederek ayrıca Bosna’da Bektâşîlik ve Kürdistan’da ki Ehl-i Hak gibi marjinal kült ve şerîatı ihmal eden tarîkatların yayılmasına karşı birçok yerde bir sed görevi üstlenmişlerdir. Ayrıca Şeriat’a sımsıkı bağlı kalmasının neticesinde Nakşibendiyye -belki diğer tarikatlardan ziyade- ulemayı cezbetmekte basarılı olmuştur. Nakşibendî olan birçok farklı dönem ve mekândan âlim arasında şu isimleri zikredebiliriz: Seyyid Serif Cürcânî (v. 816/1413), Abdulhalim Siyalkûtî (v.1067/1657), Abdulganî en-Nablûsî (v.1143/1731), İbn Âbidîn (v.1252/1836) ve Şihâbeddîn Alûsî (v.1270/1854).
Ahrâr 895/1490’da vefat etmiş ve on sene kadar sonra Mâverâünnehir’deki Tımur hâkimiyeti sona ermiştir. (…)
Zikredilen gelişmelerden daha önemlisi, Ahrâr’ın diğer bir mürîdi olan Simavlı Molla Abdullah İlâhî tarafından Nakşibendiyye’nin Osmanlı Türkleri arasında aşılanmasıdır. Molla Abdullah Simav/Kütahya’da dogmuş olup yeni fethedilen İstanbul’daki kiliseden çevrilme Zeyrek Medresesi’nde dinî ilimleri tahsil etmiştir. Tarikat arayısıyla Mâverâünnehir’e seyahate çıkmış ve Kirman ve Herat’a giderken Semerkand’da Ahrar’ın huzuruna gelmiştir. Onun elinden Nakşibendiyye’ye intisâb ettikten sonra, ard arda olmak üzere dokuz dönem boyunca uzlet, oruç, ve büyük efendinin rûhâniyetiyle fikir teatisinde bulunmak için Bahâeddîn’in turnesine gönderilmiştir. Daha sonra İlâhî, Emir Külâl’in bir torunu ve aynı zamanda Ahrâr’ın diğer bir müridi olan Şeyh Ahmed Buharî’yle birlikte Anadolu’daki memleketine Ahrâr’ın bir halifesi olarak dönmüştur. (…) Fatih Sultan Mehmed’in de, Ayasofya camiinde verdiği ders ve vaazlara iştirak ettiği söylenmektedir. İlâhî, etrafındaki muntesiblerinin baskısından sıkılarak, Rumeli’deki Vardar Yenicesi’ne cekilerek burada kendisini, müridlerin talimi yerine tasavvufla ilgili kitaplar yazmağa adamıştır. Hocasıyla aynı yıl 896/1490’da vefat etmiş ve türbesi geçtiğimiz asırda Yenice Yunan hakimiyetine girinceye kadar bir ziyaretgâh olarak kalmış ve bu tarihlerde birçok İslâmî anıt da yok edilmiştir. (dipnot: Lâmi’î Çelebi, Nefehât el-Üns Tercemesi (İstanbul, 1270/1854), ss.460-465.) “
No Comments