“Yitirilmiş Hikmeti Ararken” adlı kitaptan (müellifi: İlhan Kutluer) bazı sözler/ifadeler (3)

 

“(…) Tasavvufu bu sayfalarda mesela bir ahlak imiş gibi, cüz’î bir disiplin olmaktan çıkarıp Allah, âlem, insan dediğimiz varlık alanları veya varlık, bilgi ve değer dediğimiz araştırma alanları için kendine özgü bir metafizik perspektif kılan süreci bütün bir literatürü izleyerek ortaya koymak imkânından ne yazık ki mahrumuz. Ancak kısaca şunlar söylenebilir:

Tasavvuf önceleri bir zühd ahlâkı hareketi olarak ortaya çıkmıştır. İslâm dünyasının dünyevîleşme, refahla gelen ayartmalar, nebevî ahlâk gayelerinden sapma, kuralcılık ve şekilciik eğilimlerinin kanunların ruhunu unutturması ve ortaya konan uygulamaların maneviyat gerçeğini, insanın yetkinleşme ihtiyacını gözardı etmesi gibi gelişmeler ardından içine girdiği kriz bu harekete anlam kazandırmıştır. (…)” (s.78-79)

“(…) Tasavvufta haller ve makamlar olarak isimlendirilen manevî tecrübe süreçlerine genel olarak baktığımızda bütün bunların sonuçta ortaya entelektüel bir perspektif çıkardığını görürüz. Bütün bu tecrübeleri yaşadığını ifade eden yolcu, artık varlık alanlarına, bilgilenme biçimlerine ve değerler alanının özüne ve ruhuna ilişkin sufice bir perspektif edinmiş demektir. Yolculuğunun başlangıç noktasını teşkil eden şeriat herkesi bağlayan ve herkese açık olan umumi ve geniş yolu ifade etmektedir. Ancak sufinin zihninde şeriat herkes için bir müstakim yol olmakla birlikte aslında bir merkeze eşit uzaklıktaki sonsuz sayıda noktanın oluşturduğu bir çember hattıyla simgelenebilir. Dolayısıyla bu çember hattından merkeze çekilecek sonsuz sayıda (tasavvufî terminolojiye göre kulların nefesleri sayısınca) yarıçap söz konusudur ve bu yarıçapların her birine tarikat denir. Tarikat herkese açık olmayan, yalnızca sâlik olma talebinin ve bu talebi yönlendirecek bir klavuzun ilerlemeyi mümkün kıldığı hususi bir yoldur. Hakikat ise merkezdir. Amaç epistemolojik anlamda da, ontolojik anlamda da hakikate ulaşmaktır. (…)” (s.79-80)

“(…) Ben burada modern bilimin metafizik ve ahlâk ile olan sınırlarını tartışma konusu yapmaksızın İslâm’ın Ortaçağında felsefenin bilim kavramı ve yöntemini merkeze alan temel anlayışları söz konusu edeceğim. Ancak öncelikle ve altını çizerek söylemek istediğim şey şudur: İslâm entelektüel tarihinde el-felsefe’nin hakiki işlevi Dârü’l-İslâm’da bilim konsepti ve metodolojisi geliştirmek, bizzat bilim yapmak, kısacası bir bilim geleneği kurmaktır. (…)” (s.100)

“(…) Şu açıktır ki İslâm filozoflarının yaptıkları işi kendi dinî kimlik, kültürel bilinç ve medeniyet deneyimleri bakımından anlamlı kılmaya çalışmaları onların özgünlük arayışlarıyla paralel seyretmiştir. (…) Dolayısıyla onların teveccühleri şu noktalara odaklanmış durumdaydı: a) BaşkaLarından tevarüs ettikleri felsefî birikimi kendi ilim dillerinde yeniden üretmek; b) Felsefî yöntemlerin ilmî değeri üzerinde durmak, bundan hareketle bir ‘bilim’ geleneği inşa etmek; c) Dinî bir meseleyi felsefî yöntemlerle çözümlemek; d) bütün bunların sonunda hem felsefî-bilimsel yöntemlerin hem de dînî düşünüşün hakkını vererek nihayette yine felsefî nitelikli bir senteze ulaşmak. (…) Kelâmcılar filozofların sahih bir itikada sahip oldukları hususunda daima kuşkulu ve eleştirel bir tutumu benimserken kendisini Müslüman olarak tanımlayan Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Sühreverdî gibi filozoflar yaptıkları işin kendilerini dinî ve kültürel aidiyetlerinden uzaklaştırdığını bir an bile akıllarından geçirmediler. (…)” (s.116-117)

“(…) Bizim burada metodolojik açıdan vurgulamak istediğimiz husus, tasavvuf araştırmacısının kendi ilmî tavrını tasavvufun ârifleriyle kelâm ilminin âlimleri arasındaki anlam köprülerini imha yönünde değil, yeniden kurma yönünde fikrî mesaî sar etmesi gereğidir. Nitekim bu mesaî entelektüel tarihimizin büyük sentezcileri tarafından keni çağlarının şartları çerçevesinde ortaya konmuş ve belirli başarılar pekâlâ kaydedilebilmiştir. Burada hemen Gazzâlî ve onun İhya projesini hatırlamamız gerekmektedir. (…)” (s.137)

“(…) Ne yazık ki insanlığın soylu uğraşı bilim henüz bize insanî varoluşun anlamı üzerine, neredeyse hiçbir şey öğretmiş değildir. Bilimsel açıklamaların dayandığı doğruluk kuramlarının anlamlılık değerinden farkı en çok burada kendisini göstermektedir. Çünkü bilimsel açıklamalar, dayandığı yöntem gereği, sujenin inanç ve ahlâk değerlerinden bağımsız olan ya da onları paranteze alan bir doğruluk iddiasındadır. (…) Tabiatıyla bu, gaye fikrini metafizik bularak perspektifinden dışlayan yaygın bilimsel metodolojinin mantıksal bir sonucudur. (…) (s.154)

“(…) Modern teknolojiyle imkân âlemi eskisine nazaran olağanüstü biçimde genişletilmiş bir yeryüzü cenneti tasarımı karşısında modern insan ölümü hatırlamakta zorluk çekmekte, hatırladığı zaman da onu daima başkalarının başına gelen, kendi başına ise dert etmeye değmeyecek kadar uzun vadede gelecek olan uğursuz ve anlamsız bir musibet olarak görmektedir. Ölümün anlamlı olmadığı bir dünya görüşünde hayatın anlamı elbette çok derinlik taşımayacak yahut ömür süresinin maişet, refah, itibar veya güç taleplerinin yönlendirdiği şekilde harcanması gayesinden daha öte bir anlama sahip olmayacaktır. (…)” (s.162)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked