‘Tarihî Teknoloji’ Sergisi, İslâm Dünyasının Ortaçağını Aydınlatıyor
Topkapı Sarayı’ndaki “Minyatür Salonu” çok dikkate değer bir sergiye sahne oluyor. Bundan beş yüz ilâ binikiyüz yıl önce, şaşılacak bir zekâ ve meharetle tasarlanmış, uygulanmış birtakım mekanik âletler, konuya ilgi duyan seyircilerin hayret dolu merak ve tecessüs bakışlarını bu objeler üzerine çekiyor. O dönem Avrupa kıtasının karanlık Ortaçağ’ını içine alan bir dönemdir. Doğu’da ise İslâm dünyasında yükselmekte olan tefekkür ve ilim güneşinin aydınlattığı büyük bir cografya oluşmaktadır. Sergi, bu coğrafyada ilim adamlarının, birtakım ince hesaplarla tasavvur ettiği, eserlerinde çizimlerini yaptığı, belki büyük bir kısmını da pratik uygulamaya koyduğu yüzlerce mekanizmadan bir bölümünü sergiliyor. Bu âletler, döneminde kaleme alınmış veya daha sonraki yüzyıllarda istinsah edilmiş yazma eserler deki tariflerden ve çizimlerden faydalanılarak günümüzde yeniden imâl edilmiş. Bunlardan sadece bir kısmının sergilendiğini söyledim. Aslında imâl edilenler de bilinen, bilinmeyen yazma eserlerdeki örneklerin bir kısmı. (…)
Teşhir edilenler arasında basit görünüşlü olanlardan dönemine göre oldukça teferruatlı ve karmaşıklarına kadar zannederim elli kadar âlet var. Pusulalar, çıkrıklar, suyun nakli, özellikle yükseğe çıkarılması için su dolabı dediğimiz basit çarklar ve daha karışık mekanizmalar, sıvıları damıtma ve yoğunluklarını ölçme teknikleri, uzun deniz yolculuklarında astronomi bilgisi yardımıyla yol bulma âletleri, gökyüzünde güneşin, gezegenlerin hareketleri ve birbirleriyle ilişkileri, çeşitli operasyonlarda kullanılan birtakım tıbbî âletler… Bütün bunlar bahsettiğim yazmalardaki tarifler ve çizimler dikkate alınarak ahşaptan ve metalden imâl edilmiş. (…)
Çizimlerinden ve tariflerinden faydalanılan bu ilmî eserlerin orijinal yazmalarını birçoğu Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde ve diğer kütüphanelerde ve Osmanlı hâkimiyetinde kalmış memleketlerin kütüphanelerinde bulunuyor. Salonda onlardan bazıları da ilgili sayfaları açılmış olarak teşhir ediliyor. Böylece seyirci yazmadaki şekil ile yeniden imâl edilmiş âletleri mukayese edebiliyor.
Bu enstitü’nün başında bir Türk profesörün bulunduğunu Türkiye’de kaç kişi, hattâ kaç aydın biliyor? Hayattaki insanları mübalagalı sıfatlarla anlatmaktan hoşlanmam. Bunun, benim kadar, gerçekten büyük olan o insanlara da sıkıntı vereceğini bilirim. Ama bu sergi vesilesiyle bahsettiğim enstitünün müdürünü, maalesef birçok Türk Aydın’ın bilemediği, hatırlamadığı Fuat Sezgin’i birkaç cümle ile tanıtmak isterim. Zîrâ Türkiye’deki biyografi kitaplarında, ansiklopedilerde bu dünya çapındaki ilim adamının adını arayacaklar hayal kırıklığına uğrarlar.
Deha seviyesinde olağanüstü bir zekâsı ve ondan daha şaşılacak derecede bir çalışma gücü olan Fuat Sezgin, 1960 sonrasında 147’ler olayı diye bilinen tasfiyede üniversite dışında bırakılan ilim adamlarımızdan biridir. Bu olayla beraber, o tarihten daha önce ve sonra Türk üniversitelerinden çeşitli sebeplerle uzaklaştırılmış, ayrılmak zorunda bırakılmış kızgın, kırgın, küskün ilim adamlarımızı yurtdışına kaçırmamış olsaydık Türkiye’de bugünkü pek çok üniversiteden daha seviyeli kaç üniversite kurulabileceğini hesabını acaba yapan olmuş mudur? Fakat meseleye bir başka açıdan bakıldığındaFuat Sezgin ve benzerlerinin yurtdışındaki üniversitelerde, enstitülerdeki faaliyetleri dikkate alınınca da bunları Türkiye’de, Türk üniversitelerinde uygulayabilmenin ne gibi bürokratik ve belki daha önemlisi etik ve politik engellere takılacağını da düşünmek gerekir. O zaman onu ve onun gibilerini üniversite dışında bırakanların belki de sonuçta memlekete değilse bile insanlığa iyilik ettiklerini itiraf etmek gerekir. Acı bir paradoks.
Benim ilk tanıdığımda, 1950’lerde genç bir asistan olarak İ.Ü. İslâm Tetkikleri Enstitüsü müdür muavini olan Fuat Sezgin’in o yıllardaki hedefi, Alman şarkiyatçısı Brockelmann’ın yakın yıllara kadar çok önemli bir kaynak olan Arapça eserler kataloğunu aşacak bir eser ortaya çıkarmaktı. Fuat Sezgin bu maksatla Türkiye’deki bütün yazma eserleri eksiksiz bir taramadan geçirdiği gibi her fırsattan yararlanarak hemen bütün dünya ülkelerine de seyahat ediyor, ilim dağarcığını zenginleştiriyordu. 147’ler olayından sonra mecburen yurtdışına gittiği ve yerleştiği Frankfurt Üniversitesi’nde de aynı yönde çalışmalarına devam etti. Nihayet 1967’de Hollanda’da Brill Yayınevi tarafından çıkarılan ilk cildiyle, Arapça Yazma Eserler Tarihi gün ışığına çıkmış oldu. Yirmi cilt olarak tasarlanan eser şu anda 12. cilde kadar gelmiş bulunuyor. Ekleriyle beraber beş ciltlik Brockelmann beşbin sayfa civarında iken, Sezgin’in sadece bugüne kadar çıkmış olan 12 cildi yedibin sayfayı buluyor. (…) Öğrenciliğimin ilk yıllarından beri tanıştığımız, son sınıflara doğru daha da candan dost olduğumuz Fuat Sezgin’den mezuniyetime yakın bir teklif geldi. O sıralarda İslâm Araştırmaları Enstitüsü kurulmuş, müdürlüğüne Zeki Velidi Togan getirilmişti ama Enstitü’yü asıl idare eden, problemlerine hâkim olan müdür muavini Fuat Sezgin’di. Bir yıl önce de doçent olmuştu. Bana Enstitü kadrosunda asistan olmamı teklif etti. Kendimi birdenbire beklemediğim farklı bir alanda tasavvur ettimse de fazla düşünmeden kabul ettim. (…) Enstitüde henüz resmen doktora programı bulunmadığından geçici olarak Müdür Zeki Velidi Togan’ın kürsüsüne yani Umumî Türk Tarihi’ne kaydolmuştum. (…) Ben öğretmenliğe başladım. 1960 askerî darbesini müteakip, ihtilâlin tozu dumanı içinde bir süre sonra üniversiteden atılan 147 öğretim üyesi arasında Fuat Sezgin de vardı. Benim asistanlığım konusu da bir daha açılmamak üzere kapandı. Fuat bey de Frankfurt Ünivesitesi’nden aldığı bir davetle Almanya’ya gitti; gidiş o gidiş… (…)
Fuat Sezgin’in, teşhir edilmekte olan âletlerle ilgili çalışmalarının şüphesiz yukarıda bahsettiğim katalog çalışmaları sırasında doğmuş bir fikir olması gerektiğini düşünüyorum. Bu serginin ruhu, bilim tarihine olduğu kadar, Avrupa Rönesansı hakkındaki yanlış bilgilere de yeni bir yön vermektedir. Bu ruh, Ortaçağ’da İslâm teknolojisinin, Rönesans’a büyük kapılar araladığını, tahminlere veya birtakım hamâsî ve spekülatif bilgilere değil, somut delillere dayanarak göstermektedir. Bazı Avrupalı şarkiyatçıların emeklerinin de gözardı edilmemesi gerektiği, nitekim bu hususun ihmal edilmediği, onlara da kadirşinaslık borcunun açıkça ödenme gayretinde olunduğu, serginin çıkışında okunan şu satırlarda yansımaktadır:
“Eğer Müslümanlar son yüz, özellikle son elli yıl zarfında kendi kültür dünyalarının bilimler tarihinde büyük, daha doğrusu çok büyük bir yeri olduğu bilincini edinmeye başladılarsa bunu, hayatlarını doğal bilimlerin araştırmasına adayan birçok büyük şarkiyatçıya borçludurlar. İslâm dünyasının 800 yıl kadar süren yaratıcı katkısını tanımayan veya tanımazlıktan gelen yapmacık ‘Rönesans’ tasarımının tarihsel gerçeğe tamamen aykırı olduğu düşüncesini Herder, Goethe, Humboldt gibi büyük hümanistlerin savundukları sırada, Müslümanların daima minnetle anacakları bir grup oryantalist (şarkiyatçı) Arapça doğal bilimlerin etütleriyle ortaya çıktılar.”
Bu cümlelerin altında kendilerine minnet duyulan Avrupalı 14 şarkıyatçının adı sıralanmaktadır. (Sergide gösterilen objeler daha da geliştirilerek programlı bir şekilde Gülhane Parkı içindeki İslâm Teknolojisi Müzesi’nde teşhir edilmektedir.)
No Comments