Yûsufî kelimede mündemic(içkin) ‘nûrî hikmet’in beyânı
Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin Fusûsu’l-Hikem isimli ünlü eserinin Tercüme ve Şerhini yapan Ahmed Avni Konuk‘un bu değerli çalışmasını Prof.Dr. Mustafa Tahralı ve merhum Dr. Selçuk Eraydın yayına hazırlamışlar ve Nisan 2017’de Yedinci Baskısı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları’nca (İFAV) çıkmıştır. Bu eserin II. cild’inin başlıkta belirtilen fass’ından (fass’ın çoğulu fusûs) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“ ‘Nûrî hikmet’in Kelimeye tahsîs olunmasındaki sebep budur ki, misâl âlemi, nûrânî âlem ve Yûsuf (a.s.)ın keşfi dahî ‘misâlîdir. Ve Yûsuf (a.s.)a, misâlî hayâlî sûretlerin keşfine ilişkin olan ilmî nûrî saltanat görünür oldu. O da en kâmil vech (hakikat) üzere “ta’bîr ilmî”dir. Yûsuf (a.s.)dan sonra bu ilmî bilen, o hazretin mertebesinden bilir ve onun rûhâniyetinden alır. İmdi (o halde) hakiki nûr öyle bir nûrdur ki, onun vâsıtasıyla eşyâ (şeyler) idrâk olunur, fakat kendisi idrâk olunmaz. Zîrâ o, nisbetler ve izâfetlerden soyutlanması yönünden Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin zât hakikatidir. İşte bunun için (s.a.v.) Efendimiz’den “Rabb’ini gördün mü!” diye sûal olundukda “Bir nurdur, ben onu nasıl görürüm?” Yanî o soyut nûrdur; onu görmek mümkün değildir, buyurdular. Dolayısıyla zât hakikati olan hakikî nûr’u mazharlar (zuhur yerleri), nisbetler ve izâfetlerden tecerrüdü (soyutlanması) itibariyle görme ve idrâk mümkün değildir. Velâkin mertebelerin perdeliliği arkasından mazharlarda idrâk mümkündür. Rubâî: / Tercüme: “Güneş felek üzerine bayrağı diktiği vakit, onun pertevinde (ışığında) göz nurdan kamaşır. Velâkin bulut perdesinden zuhûr ettiğinde, bakan kusursuz olarak tamâmen onu görür.“
“ ‘Nûr’un zıddı olan ‘zulmet’e (karanlık) gelince, kendi idrâk olunmadığı gibi, kendisiyle de bir şey idrâk olunmaz. Ve hakîkî nûr ile zulmetin arasında bulunan ‘ziyâ’nın hem kendisi idrâk olunur ve hem de onunla eşyâ (şeyler) idrâk olunur. Bu üçten herbirinin kendisine mahsus bir şerefi vardır: Hakikî nûrun şerefi, ilklik ve asâlet yönündendir. Zîrâ o, her mestûrun (yazılmışın) inkişâfına (meydana çıkmasına) sebeptir. Ve zulmetin şerefi, hakîkî nûra ittisâl (ulaşma) iledir. Ve bir de hakîkî nûr, zulmet ile idrâk olunur; çünkü onun zıddıdır. Ve her şey zıddıyla inkişâf eder (ortaya çıkar). Ve ziyânın şerefi de, ikisinin arasında olması ve nûr ile zulmetin mümtezic (imtizac etmiş / bağdaşmış) olmasından var olmakla iki şerefi hâiz bulunmasıdır.
Hakîkî nûr, tam varlık olan Hakk varlığına aykırı değildir. Ve sırf varlık, onun zıddı olan ‘adem’ (yokluk) ile akl olunur. ‘Vücûd’ (varlık) için nurluluk olduğu gibi ‘adem’ (yokluk) için de zulmet vardır. Çünkü zulmet idrâk olunmadığı gibi, adem için de aklen bir belirme muhaldir (mümkün değildir). İşte bunun için âlem dediğimiz mümkin, ‘zulmet’le nitelenir. Zîrâ ‘mümkin’, varlık nûru ile aydınlanıp görünür olmuştur. Ve onun zulmeti yokluğu yönüyledir.
İşte (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin: “Tahkîkan (doğrulanmış olarak) Allah Teâlâ hazretleri, halkı zulmette (karanlıkta) halk eyledi (yarattı). Daha sonra onun üzerine nûru serpti, görünür oldu.” buyurmaları buna işârettir. Dolayısıyla ‘adem’ (yokluk) dediğimiz şey ‘varlık’ karşlığında akl olunur. Ve ‘adem’ ile ‘sırf varlık’ın ayrı ayrı idrâki mümkün değildir. Bunları idrâk için aralarında bir mutavassıt (aracı) lâzımdır. Dolayısıyla bunların arasında belirmiş olan şey, “misâl âlemi”nin hakîkatidir. Ve ziyâ dahi bu aracının zâtî sıfatıdır. Ve üzerinde isimler ve sıfatlar âlemleri bulunan “ruhlar âlemi”ne yakınlığından dolayı misâl âlemi’ne nurluluk gâlibdir.
O halde iki şey arasında aracı olan bir şeyin iki taraftan birisine nisbeti gerektiğinde, gâlib olan tarafın nitelendiği şeyle vasıflanması gerekir. İşte bu sebeple Hz. Şeyh (r.a.) bu hikmeti “nûriyyet”le lakablandırdı. Yoksa hakîkatte, sırf nurlu oluş değil, ziyâî oluş da söz konusudur.“
No Comments