“Dirilt Ölüyü O Kalbindir”
Şems-i Tebrizî‘nin eserlerinden günümüze kadar gelmiş tek eseri olarak bildiğim, tercümesi Tâhirü’l Mevlevî‘ye ait, Hilmi Beyca tarafından yayına hazırlanmış olan, BÜYÜYENAY Yayınları’ndan, ismi bu yazının başlığını teşkil eden, Menâkıbü’l-Ârifîn’de Yer Alan Makalât-ı Şems-i Tebrizî’den On Faslın Tercümesi’ni içeren kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Şems-i Tebrizî Hazretleri bir gün Mevlânâ’nın medresesinde muarefeden ( karşılıklı tanışma, ülfet) bahsediyordu. Buyurdu ki: Hak sübhanehu ve Teâlâ bütün halktan üç şey ister. Biri itaat, diğeri makbul amel, üçüncüsü hatırda tutmaktır. İtaat imandır, makbul amel ubûdiyettir (kulluk), hatırda tutmak ise marifettir.
Ey sâlik (bir yola giren), kendi yükünü başkalarına yükletme. Yani kimseye yük olma. Bilakis onların yükünü yüklen yani hizmetlerinde bulun. Halktan ümidini kes, bilakis kendi malını onların önüne koy.
Herkes izzet (güçlü, üstün, galip, saygın olmak) ve azamet (büyüklük, yücelik) tâlibidir. Sen zelil ve hakir olmanı iste.
“Marifet nedir?” diye sordular. Buyurdu ki: “Marifet, kalbin Allah ile olmasıdır.”
Diriyi öldür ki o cesedindir. Ölüyü dirilt ki o kalbindir. Hazırı kaybet ki o dünyadır. Kaybı hazır kıl ki o âhirettir. Varı yok et ki o heva ve hevestir. Yoku var et ki o da niyettir.
Marifet kalpte, şehadet dilde, hizmet âzâdadır (uzuvlarda/organlarda). Eğer cehennemden kurtulmak istersen taatta bulun (Allah’ın emirlerini yerine getir). Eğer Mevlâyı istersen O’na yönel ki o saatte bulasın.
Beni tanıyan beni bulmayı kasd eder. Beni isteyen beni arar. Beni arayan beni bulur ve benden başkasını tercih etmez.
Ârifin alâmeti: Dostun zikrinden boş kalmaması ve Onun dostluğuna doymaması.
Rızâ (rıdvân, merdât) masdarından isim olup “hoşnutluk, hoşnut ve memnun olma durumu) demektir. Râgıb el-İsfahânî kelimenin Kur’andaki kullanılışta Allah’a tahsis edildiğini ifade eder. (…) Âyetlerden anlaşıldığı üzere Allah’ın razı olduğu kullar, ashab ve onları izleyenler, Bey’atürrıdvân’da bulunanlar, Allah ve Resûlüne düşman olanları sevmeyenler, yaratana ve yaratılmışlara karşı özünde ve sözünde doğru olanlar, iman edip sâlih amel işleyenlerdir. O’nun razı olmadığı insanlar ise iman ve itaatten uzaklaşanlardır. Kulun Allah’tan razı olması, O’nun kazâ ve kaderinden memnuniyetsizlik duymaması; Allah’ın kulundan razı olması da O’nu emirlerini yerine getiren ve yasaklarından kaçınan bir davranış içinde görmesidir. Hz. Peygamber, Mü’minûn sûresinin ilk on ayetinin nâzil olmasının ardından yaptığı bir duayı şöyle bitirmiştir: “Allah’ım! Bizden razı ol ve bizi senden razı olma derecesine yükselt!” Resûl-i Ekrem, Zeyd b.Sâbit’e öğrettiği uzunca bir duada da şöyle demiştir: “Allah’ım! Senden, gerçekleşen kazâ ve kaderinin sonucuna göstermeyi bana nasip etmeni dilerim.” Rızânın karşıtı ‘sahat’/’suht’ (öfke) ve aynı manâdaki gazab olup bazı âyetlerde rıza ile sahat kavramı karşılıklı olarak zikredilmiştir. Hz. Âişe ve Hz. Ali’den rivayet olunan bir hadiste Resûlullah’ın gece namazlarının sonunda yaptığı dualardan birinin, “Allah’ım! Senin gazabından rızâna sığınırım” diye başladığı zikredilmiştir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, ‘Rızâ’ maddesi, madde yazarı: Halil İbrahim Bulut, Cilt:35, 2008, Sayfa:55-56).
Yakîn, kesin bilgi ve inanç anlamında mantık, felsefe, kelâm, fıkıh ve tasavvuf terimi. Sözlükte “sâbit olmak, durulmak, sükûnete kavuşmak” anlamındaki terim, doğruluğunda şüphe bulunmayan, vâkıaya uygun bilgi, sâbit ve kesin inanış, kanaat (itikad), şüphe ve tereddütten sonra ulaşılan kesinlik” anlamına gelir. Diğer bir tanımla ‘yakîn’ tasdik ve inanca ulaştıran doğru bilgidir. Yakîn’in dünyada insanlara verilen en faziletli şey olduğunu söyleyen Hz. Peygamber kendisine iman ve yakîn vermesi için Allah’a dua etmiştir. (…) Sûfîler içinde, yakîni “şüphenin ortadan kalkması, kalp gözü, müşahede ve mutlak teslimiyet hali” şeklinde tanımlayanlar da vardır. Sûfîlere göre ilme’l-yakîn aklî ve naklî ilimleri delilleriyle bilen âlimlerin bilgi mertebesini, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn ise derecelerine göre mükâşefe ve müşâhedeye mazhar olan peygamberlerle velîlerin ulaştığı bilgi mertebelerini teşkil eder. (…) Kuşeyrî ilme’l-yakîni akıl sahiplerine, ayne’l-yakîni ilim erbâbına, hakka’l-yakîni de marifet ehli dediği sûfilere nisbet etmektedir. İbnü’l-Arabî ise ilme’l-yakîni delilin verdiği bilgi, ayne’l-yakîni müşahede ve mükâşefe sonucunda elde edilen bilgi, hakka’l-yakîni de ilimden hâsıl olan ve hakkı görme iradesini teşkil eden bilgi diye açıklamıştır. (TDV İslâm Ansiklopedisi,“Yakîn” maddesi, madde yazarı: Osman Demir, Cilt:43, 2013, Sayfa:271-273). (…) Dinde dereceleri en yüksek olanlar mukarrebûn denilen Hakk’ın yakın dostlarıdır. Allah’a en yakın olan meleklere de mukarrebûn denilmiştir. Mukarreb olanlar en iyi şekilde davrandıkları ve ibadet ettikleri için Ebû Saîd, “Ebrârın hasenâtı mukarreblerin seyyiâtıdır” demiştir. İnsan en çok ibâdet halinde iken Hakk’a yakın olur. Bir hadiste, “Kulun Allah’a en yakın olduğu zaman secdede bulunduğu andır” denilmiştir. İnsanı manen yükseltip Hakk’a yaklaştırdığı için namaz müminin miracı sayılmıştır. Allah’a yakın olma hali insanı ağır bir sorumluluğun altına sokar. O’na yakın olmanın yükümlülüğünü yerine getirmek kolay olmadığından bu hâlde bulunan velîler büyük sıkıntılar çeker; “Kurb-ı sultân âteş-i sûzândır” demelerine rağmen O’na daha fazla yakın olmak ister. O’ndan uzak düşmekten son derece çekinirler. (TDV İslâm Ansiklopedisi, ‘Kurb’ maddesi, madde yazarı: Halil Süleyman Ateş, c.26, 2002, s. 432-433).
No Comments