“Birliktelik, bir asabiye veya dayanışma ruhuna muhtaçtır.” (İbn Haldun)
İki aylık düşünce dergisi olan Teklif ‘te (sayı: 12 / Kasım 2023) çıkan Ömer Türker‘in “Temeddün ve Hâkimiyet” başlıklı yazısından yapacağım bazı alıntılamalar (bunlardan ilki s.57’nin başından bir cümlenin alıntı olarak bu yazının başlığını teşkil etmesi) oluşturacak bu yazıyı.
“Klasik dünyanın siyaset düşünürleri toplumsal bir varlık olarak insan hakkındaki tahlillere, insanın tabiatı gereği medenî olduğunu ilke kabul ederek başlar. Yazılı kaynakları Antik Yunan’a kadar uzanan bu ilkedeki medenî kelimesi, insan fertlerinin varlıklarını idame ettirmek için mutlaka bir işbirliğine ihtiyaç duyduğunu ifade eder. Buna göre insanlar ancak hemcinsleriyle yeterli hale gelebildiğinden, zorunlu ihtiyaçların karşılanması için farklı maharet ve meslek gruplarının dayanışması gerekir. İbn Sînâ’nın ifadesiyle: “Böylece birisi, diğeri için buğday üretir; öteki, beriki için ekmek yapar; birisi, diğeri için diker; öteki, beriki için iğne üretir. Böylece bir araya geldiklerinde işleri yeterli hale gelir.” (dipnot: İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ Metafizik,çev. Ekrem Demirli- Ömer Türker, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2017, s.411) (…) Her ne kadar İbn Haldun toplumsal düzeni normatif yolla değerlendirdiği hususunda Fârâbî’yi eleştirse de Fârâbî’nin toplumsal düzen tahlili, bir araya gelen insanların hangi değerler etrafında örgütlendiğini tahlil ettiği ölçüde olgunun olabildiğince uygun bir tasvirini vermeyi amaçlar. Normatiflik belirli bir bakış açısıyla söz konusu örgütlenmeler arasında tercih yapıldığında ortaya çıkar. Bu durum hem küçük ölçekli hem de büyük öiçekli topluluklar için geçerlidir. Fakat büyük ölçekli toplumsal düzenler küçük ölçekli toplumsal düzenlerden farklı olarak birbirinden dil, din, kültür ve tarih bakımından oldukça farklı toplulukları bir araya getirir. Temeddün kelimesini kullanan klasik ahlâk ve siyaset kitapları bu duruma dikkat çekmektedir. Nitekim Kınalızâde Ali Çelebi (ö.979/1572) temeddün kelimesini bu çeşitlilik ve ayrıntıyı ifade edecek şekilde açıklar : “Birbirinden farklı insan grupları (taife) ve topluluklarının (ümmet) bir araya gelmesi, kaynaşması ve düzene girmesi” (dipnot: Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Âlâî, haz. Mustafa Koç, İstanbul: Klasik Yayınları, 2007, s.479.) (…) temeddün lafzı, sözkonusu bir araya gelmenin parçalı ve zorlamalı gerçekleştiğini de tazammun eder (içerir).
Her ne kadar bugün medeniyet kelimesiyle ifade ettiğimiz çok büyük ve uzun zamanda varlık gösteren toplumsal yapılar, ayrıntıda sözü edilen farklılıkları barındırsa da tüm bu farklı grup, topluluk, asabiye ve değerlerin bir medenî hayatın yahut temeddünün parçası olabilmesi için farklılıkları bir araya getirme özelliğine bir topluluğun, asabiyenin (kendi akraba, vatan, din ve milliyetini aşırı derecede kayırma gayreti) ve değerin yahut değerler kümesinin olması gerekir. (…) Bu bağlamda her büyük temeddün hareketi; (i) Mensupları tarafından en azından bir araya gelmeyi mümkün kılacak ölçüde paylaşılan bir ana fikir ve değerler kümesini gerektirir. (…) Dolayısıyla olumlu veya olumsuz metafiziğe sahip olmayan bir temeddün, imkânsız olduğu gibi olumlu veya olumsuz bir ahlâkî bilince sahip olmayanbir temeddün de imkânsızdır. (ii) Bazen kısa bazen uzun sürede hâkimiyet sağlayan asabiyeleri gerektirir. (…) (iii) İletişimi sağlayacak ana bir dili gerektirir. (…) (iv) Ana fikir ve değerler kümesi doğrultusunda bir toplumsal hiyerarşi oluştururlar. (…) (v) Mal, menfaat ve şeref paylaşımı yaparlar. (…). (vi) Başka temeddün hareketlerinde görülmeyen araştırma alanları ihdas ederler. (…) (vii) Temel değerlerin uzantısı olup bilimler ve sanatlar/zanaatlar sayesinde mümkün ve vaki hale getirilen bir maddî kültür üretirler. (…) (viii) Siyasî ve iktisadî düzenle uyumlu bir ahlâk ve hukuka sahip olurlar. (…) (viiii) Oldukça muhkem yapılandırılmış bir askerî gücü gerektirir. (…) Bu maddeler artırılabilir veya ayrıntılandırılabilir. Fakat ben, anlatılanları dikkate alarak İslam temeddününün kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. İslâm, miladi yedinci asırda dinî ve siyasî bir hareket olarak dünya sahnesine çıktı ve kısa bir süre içinde mamur dünyanın önemli bir bölümü üzerinde siyasi hakimiyet kurdu. Belki tarihte görülmedik şekilde İspanya’dan İndus nehrine uzanan devasa coğrafyanın artı emeği önce Hicaz, ardından Şam ve Irak olmarinek üzere merkezi İslâm coğrafyasında toplandı. Bu büyük zenginlik, orduların sevk ve idaresine, şehirleşmeye ve alt yapı giderlerine harcandı; fakat asıl büyük gelişme, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet etrafında devasa bir bilimler külliyatının inşâsıydı. Yani Müslümanlar, sadece siyasî hakimiyet kurmakla kalmadılar; siyâsî hâkimiyeti o dönemde başka herhangi bir coğrafyada bulunmayan bir bilimsel seferberlikte kültürel hâkimiyete dönüştürdüler. (…)
(vi) Temel değerlerin uzantısı olup bilimler ve sanatlar/zanaatlsr sayesinde mümkün ve vaki hale getirilen bir maddî kültür üretirler.
No Comments