“Birliktelik, bir asabiye veya dayanışma ruhuna muhtaçtır.” (İbn Haldun)
Yazıya başlamadan önce, İbn Haldun’un bu sözündeki asabiye kelimesinin anlamının vatan, din ve milliyetini aşırı derecede kayırma gayreti ile ilgili demek olduğunu belirtirim.
2 aylık düşünce dergisi olan Teklif‘te (Ketebe Yayınları, Sayı 12, Kasım 2023) çıkan “Temeddün ve Hâkimiyet” başlıklı Prof. Dr. Ömer Türker‘in yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı. (temeddün: medenileşme/uygarlaşma)
“Klasik dünyanın siyaset düşünürleri toplumsal bir varlık olarak insan hakkındaki tahlillere, insanın tabiatı gereği medenî olduğunu ilke kabul ederek başlar. Yazılı kaynakları Antik Yunan’a kadar uzanan bu ilkedeki medenî kelimesi, insan fertlerinin varlıklarını idame ettirmek için mutlaka bir işbirliğine ihtiyaç duyduğunu ifade eder. Buna göre insanlar ancak hemcinsleriyle yeterli hale gelebildiğinden, zorunlu ihtiyaçların karşılanması için farklı maharet ve meslek gruplarının dayanışması gerekir. İbn Sînâ’nın ifadesiyle: “Böylece birisi, diğeri için buğday üretir; öteki, beriki için ekmek yapar; birisi diğeri için diker; öteki beriki için iğne üretir. Böylece biraraya geldiklerinde işleri yeterli hale gelir.”(1) (İbn Sînâ, Kitâbu’ş-Şifâ Metafizik,çev.Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul: LiteraYayıncılık, 2017, s.411) Bu durum ister göçebe veya bedevî ister meskûn hayat formunda olsun sade veya ayrıntılı bir toplumsal hayatın inşâ edilmesini sağlar. Küçük veya büyük ölçekli toplumsal hayatın inşâsı, bekleneceği üzere en geniş anlamıyla karşılıklı ilişkilerin düzenlendiği kuralları gerektirir. (…)
Temel ihtiyaçların karşılanmasından ayrıntılı şekilde siyasî, iktisadî ve hukukî düzenlerin inşâsına uzanan yelpazede toplumsal birliktelikler, oldukça farklı unsurları gerektirir. Sadece ihtiyaç, birbirinden oldukça farklı insanları biraraya getirmek ve onların birlikteliğini sürdürmek için yeterli değildir. (bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil eden cümlenin Ömer Türker’in yazısındaki yeri) Yine asabiyeyi taşıyan topluluk, daima bir değer etrafında örgütlenerek hayatiyetini sürdürebilir. Bu sebeple Fârâbî’nin dediği gibi tüm içtimaî (sosyal/toplumsal) düzenler; zarurî ihtiyaçların karşılanması, cismanî hazları aslî maksat haline getirecek derecede bayağılık, toplum içinde saygıdeğer bir konuma ulaşarak şeref elde etme, başka toplumlara karşı üstünlük, toplumun üyelerinin özgürlüğünün ve eşitliğinin sağlanması veya insan aklının kemâle erip ebedi mutluluğa ulaşılması gibi bir takım değerler etrafında örgütlenir. (2)(Bu bakımdan her ne kadar İbn Haldun toplumsal düzeni normatif yolla değerlendirdiği hususunda Fârâbî’yi eleştirse de Fârâbî’nin toplumsal düzen tahlili, biraraya gelen insanların hangi değerler etrafında örgütlendiğini tahlil ettiği ölçüde olgunun olabildiğince uygun bir tasvirini vermeyi amaçlar. Normatiflik belirli bir bakış açısıyla söz konusu örgütlenmeler arasında tercih yapıldığında ortaya çıkar.) Bu durum hem küçük ölçekli hem de büyük ölçekli topluluklar için geçerlidir. Fakat büyük ölçekli toplumsal düzenler, küçük ölçekli toplumsal düzenlerden farklı olarak birbirinden dil, din, kültür ve tarih bakımından oldukça farklı toplulukları biraraya getirir. Temeddün kelimesini kullanan klasik ahlâk ve siyaset kitapları, bu duruma dikkat çekmektedir. Nitekim Kınalızâde Ali Çelebi (ö.979/1572) temeddün kelimesini bu çeşitlilik ve ayrıntıyı ifade edecek şekilde açıklar: “Birbirinden farklı insan grupları (taife) ve topluluklarının (ümmet) biraraya gelmesi, kaynaşması ve düzene girmesi.” (3) Arapça kalıbında geçişsizlik, parça parça ve zorlamalı oluş anlamları bulunduğundan temeddün lafzı, söz konusu biraraya gelmenin parçalı ve zorlamalı gerçekleştiğini de içerir.
Her ne kadar bugün medeniyet kelimesiyle ifade ettiğimiz çok büyük ve uzun zamanda varlık gösteren içtimaî yapılar, ayrıntıda sözü edilen farklılıkları barındırsa da tüm bu farklı grup, topluluk, asabiye ve değerlerin bir medenî hayatın yahut temeddünün parçası olabilmesi için farklılıkları biraraya getirme özelliğine sahip bir topluluğun, asabiyenin ve değerin yahut değerler kümesinin olması gerekir. Aksi hâlde farklılıkların bir araya gelmesini sağlayan bir birlik bağından (vahdet sureti) bahsedilemez. Bu bağlamda her büyük temeddün hareketi;
(i) Mensupları tarafından en azından bir araya gelmeyi mümkün kılacak ölçüde paylaşılan bir ana fikir ve değerler kümesini gerektirir. Ana fikir ve değerler kümesi, temeddünün tarihinde birbirinden farklı, birbirine zıt, hatta zaman zaman birbiriyle çelişen yorumlara konu olabilir. Başlangıçta çelişen yorumlar, süreç içinde uzlaşabilir yahut yorumlardan biri diğerleri aleyhine yaygınlaşır. Dolayısıyla olumlu veya olumsuz metafiziğe sahip olmayan bir temeddün, imkânsız olduğu gibi olumlu veya olumsuz bir ahlâkî bilince sahip olmayan bir temeddün de imkânsızdır.
(ii) Bazen kısa bazen uzun sürede hâkimiyet sağlayan asabiyeleri gerektirir. (…) Nitekim İbn Haldun’un Mukaddime’si bu süreci tahlil eder. (…) Tüm fikir ve meslek hareketleri, kendilerine özgü asabiyelerle kurulur ve varlıklarını idame ettirirler.
(iii) İletişimi sağlayacak ana bir dili gerektirir. (…) Yine tarihsel tecrübeler, aynı temeddünde hâkim olan dilin de zaman zaman değişebileceğini göstermektedir. (…)
(iv) Ana fikir ve değerler kümesi doğrultusunda bir toplumsal hiyerarşi oluştururlar. (…) Fakat temeddünün ana fikirlerini ve değerlerini taşıyan, temsil eden ve yorumlayabilen zümreler farklılaşır. (…)
(v) Mal, menfaat ve şeref paylaşımı yaparlar. (…) Bu paylaşımın hak edileni almak anlamında adaletten uzaklaşması, temeddünün itidalini bozar. (…)
(vi) Başka temeddün hareketlerinde görülmeyen araştırma alanları ihdas ederler. (…) Eğer bu araştırmalar, kendilerinden öncekilerin bilgi birikimlerini ve teknik hünerlerini içerecek ve aşacak şekilde gelişme gösterebilirse o temeddün hareketi, hâkim medeniyet haline gelir ve eş zamanlı olarak var olan tüm medenî havzaları, vassal (birleştiren) medeniyetlere dönüştürür. (…)
(vii) Temel değerlerin uzantısı olup bilimler ve sanatlar/zanaatlar sayesinde mümkün ve vaki hale getirilen bir maddî kültür üretirler. (…)
(viii) Oldukça muhkem yapılandırılmış bir askerî gücü gerektirir. (…) Başka şartlarda aslâ kabul edilmeyecek görüşler, askerî üstünlük sayesinde kabule şayan hale gelir.
Bu maddeler artırılabilir veya ayrıntılandırılabilir. Fakat anlatılanları dikkate alarak İslam temeddününün kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyorum. İslâm, miladi yedinci asırda dinî ve siyasî bir hareket olarak dünya sahnesine çıktı ve kısa süre içinde mamur dünyanın önemli bir bölümü üzerinde siyasî hâkimiyet kurdu. Belki tarihte görülmedik şekilde İspanya’dan İndus nehrine uzanan devasa coğrafyanın artı emeği önce Hicaz, ardından Şam ve Irak olmak üzere merkezi İslâm coğrafyasında toplandı. Bu büyük zenginlik, orduların sevk ve idaresinde, şehirleşmeye ve altyapı giderlerine harcandı fakat asıl büyük gelişme, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet etrafında devasa bir bilimler külliyatının inşâsıydı. Yani Müslümanlar sadece siyasî hâkimiyet kurmakla kalmadılar; siyasî hâkimiyeti o dönemde başka herhangi bir coğrafyada bulunmayan bir bilimsel seferberlikte kültürel hâkimiyete dönüştürdüler. İlk iki yüzyılda dinî bilimlerin ve bunların yardımcısı olarak dil bilimlerinin tamamı inşa edildi. Öyle ki hicrî ikinci yüzyıl içinde Mukâtil b.Süleyman, İmam Ebû Hanife, İmâm Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, Vâsıl b.Atâ, Ebû’l-Hüzeyl el- Allâf, Nazzâm, Câhız, Halil b. Ahmed, Sibeveyhî gibi tefsir, fıkıh, kelam ve dil sahasının büyük üstatları, Abdullah b. Mübarek gibi zâhidler yetişti. Kısaca nazarî ve amelî alanlarda veri toplama, toplanan verileri disipline etme ve araştırma alanına uygun yöntemler inşa etme süreçleri tamamlandı. Bununla eş zamanlı olarak sözü edilen devasa coğrafyayı yeniden şekillendirecek şehirleşme, siyasî ve iktisadî düzen oluşturma ve hukuk inşa etme süreçleri de tamamlandı. (…) Müslümanlar daha önce görülmedik şekilde rivayeti, daha öncekinden de farklı şekilde dirâyeti (istidlâl) disipline edebildiler. (…)”
No Comments