“Fütûhât-ı Mekkiyye”nin 16. Cildinin 519. Bölümünden alıntılar
Muhyiddin İbn Arabî‘nin ünlü eseri Fütûhât-ı Mekkiyye‘nin Prof.Dr. Ekrem Demirli çevirisi ile LİTERA YAYINCILIK’tan çıkmış (2011) 16. Cild’inin 519. Bölüm’ünden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Allah’ın davetiyle peygamberin daveti arasında ayrım yapılmıştır. Bunun amacı peygamberin kendisine göre yaratıldığı Hakk’ın suretini öğrenmemizi sağlamaktır. Her iki durumda da bizi davet eden Allah’tır, çünkü bizi Kur’an ile davet ettiğinde peygamber sadece tebliğci ve tercüman; davet ise Allah’ın davetidir. (…) Bizim icabetimiz yönünden her iki davet arasında bir fark yokken davetçinin farklı olması nedeniyle her davet ötekinden ayrılır. Çünkü Allah’ın peygamberi bir hadiste şöyle der: ‘İçinizden biri koltuğuna uzanmışken, benden kendisine bir söz geldiğinde zinhar ‘Bana Kur’an‘dan okuyun’ demesin. Çünkü benim sözüm Allah’a yemin olsun ki Kur’an gibidir ve onda bulunanları ve fazlasını içerir.’ ‘Fazlası’ demek Ebu Yezid el-Bestami’nin ‘Benim tutuşum daha şiddetlidir’ sözüne benzer. Çünkü Allah’ın kelâmını ister O’ndan ister peygamberden dinleyelim, her durumda O‘nun kelâmıdır. Allah, kulunun diliyle peygamberinin tebliğ ettiğini söylediğinde ise -ki peygamber arzusundan konuşmaz-, bu durumda peygamberin sözleri hiç kuşkusuz daha çoktur. Çünkü biz peygamberi çokluktan duyarız. Bu itibarla kelâm peygamberden geldiğinde aramızdaki benzerlik nedeniyle kulaklarımıza daha münasip iken Allah’tan olduğunda hakikatlerimize daha yakındır; çünkü Allah bize peygamberden, hattâ bizden bize daha yakındır. Çünkü Allah bize şah damarından daha yakındır. Peygamberin bize yakınlığının en ileri derecesi aramızda üçüncü bir şahsın bulunamayacağı şekildeki mekân yakınlığıdır. Böylece peygamberde yakınlık (ve uzaklık) mekân itibarıyla ortaya çıkarken, tebliğ ettiği vahiyde mertebe ve değer bakımından ortaya çıkar. Allah’tan ise mertebe bakımından farklılaşırız, çünkü Allah bize bizden yakındır. Bir şeye kendinden daha yakın kimse olamaz! Bundan dolayı bu yakınlık, iman edeceğimiz fakat bilemeyeceğimiz ve dahası müşahede edemeyeceğimiz bir yakınlıktır. Müşahede edebilseydik, bilirdik.
Allah bizi davet ettiğinde, zorunlu bir şekilde O’nun vâsıtasıyla davete icâbet ederiz. Aramızdaki peygamberin diliyle davet ettiğinde ise -onun vâsıtasıyla değil- Allah vâsıtasıyla peygambere icâbet ederiz. Öyleyse biz her iki davette de Allah ile beraberiz. Başka bir ifadeyle hem Allah’a ve hem de peygamberine Allah’ın vâsıtasıyla icâbet ederiz. Bu itibarla, davet edilen, kimin vasıtasıyla davet edildiğini iyi incelemelidir. İnsan davette sâhip olduğuna ilâve ‘ilmî hayat’ bulur ve bizzat davette o hayâtı yaşarsa, Allah’ın veya peygamberin davet ettiği kimsenin bu davete icabeti vaciptir. Çünkü Allah hayat veren bir işe davet ettiğinde, davete icâbeti emretmiştir; zâten Allah ve peygamberi insanı ona hayat verecek bir işe davet ederler. (…) Bizden istenilen ise kendisiyle hayat bulacağımız şeyin gerçekleşmesidir. Bu nedenle ‘duyduk ve itaat ettik’. (…) Bu nitelikteki biri davete icâbet ettiğinde, dinlediği vahiyde kalbinin kendisini yaşayacağı başka bir hayat bulur. Duymuş olduğu vahiy amel etmesini gerektirir ve o da buna uyarsa, üçüncü bir hayat ortaya çıkar. Demek ki kul Allah’ın ve peygamberin davetini duymadığında nasıl bir nimetten mahrum kalacağına bakmalıdır!
Varlık bütünüyle Allah’ın kelimeleriyken bütün vâridat (gelen elçiler) O’ndan gelen elçilerdir. Allah’ı bilen ârifler varlığı böyle görür. Onlara göre konuşan herkes Allah iken her söz ilâhî bilgidir; sözün tarzı ise dinlemede ortaya çıkar. Bazı sözler dinî bakımdan emre uymak anlamı taşırken bazı sözler sınama amaçlı olabilir. (…) Şekilci âlimler Allah’ın kelâmını kendisine ‘Furkan’ ve ‘Kur’an’ denilen belirli kelâm ile ve (elçiyi de) Muhammed denilen belirli bir peygamberle sınırlı kılmışken, ârifler duymayı bütün sözlere yaymış, Kur’ân’ı ‘furkan’ olarak değil, Kur’an olarak dinlemiş, er-Resûl ifadesindeki belirlilik takısını cins ve kapsam anlamında yorumlamış, bir peygamberle sınırlamamışlardır. Bu itibarla âlemdeki her dâvetçi gerçekte Allah’tan gelen bir peygamberdir. Bununla birlikte dâvetçiler zâhirde birbirinden ayrışırlar. Allah’tan en çok uzaklaştırılmış kişi olan İblis’in durumuna bakınız! Ya da ondan sonra sihirbazların durumuna bakınız! Allah onların ‘elçilik’ yaptıklarına şâhitlik etmiş ve ‘ Onlar Allah’ın izni olmadıkça kimseye zarar vermezler ‘ (el-Bakara, 2/102) buyurmuştur. Peygamberliğin manâsı da böyle bir hükme sahip olmaktır. Başka bir ifadeyle Allah’ın iznine sahip olmaktır. Allah elçiliğini tespit etmek üzere İblis’e ‘Git! onlardan sana tâbi olanların cezası cehennem olacaktır‘ (el-İsra, 17/63) demiştir. Ardından bize onun elçilik görevini bildirerek şöyle demiştir: ‘ Onlardan gücün yettiği kimseleri sesinle ayart, onları kendine çek, onların mal ve evlâdına ortak ol, onlara vaadde bulun. ‘ (el-İsrâ, 17/64). Bütün bu haller kendilerine kılıç kullanma yetkisi verilen kâmil peygamberlerin getirmiş oldukları hususlardır. Dolayısıyla ârif şeytanın elçiliğini anlamakla saadete ulaşır ve onu nasıl karşılayacağını bilirken, başkaları bu elçilik nedeniyle bedbaht olur; onlar böyle bir marifetten yoksun kalanlardır. Bütün müminler ve ârifler ise peygamberlerin elçiliğini anlayarak saadete ulaşırlar. Bu elçilikte belirtilenleri yapan kişi ise, sözde iman edip davranışları ve sözüyle günahkâr olanlardan mutludur. (…)”
No Comments