“Vücûd yani Varlık O’nundur, O’ndandır ve belki de O’dur.”

 

Prof.Dr. Mahmud Erol Kılıç‘ın İbn Arabî Düşüncesine Giriş ŞEYH-İ EKBER (SUFİ KİTAP / TİMAŞ Kuruluşu; 1.Baskı: Kasım 2009) kitabının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar (bunlardan ilki s.17’den bir cümle olup bu yazının başlığını teşkil etmektedir) oluşturacak bu yazıyı. (Mahmud Erol Kılıç, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri” isimli teziyle doktorasını tamamlamış bir ilim ve fikir adamı olarak bu kitabı hazırlamış ve yayınlamış bulunmaktadır. Türk İslam Eserleri Müzesi Başkanlığı yapmış; Cambridge Üniversitesi İslamic Manuscript Association’ın Yönetim Kurulu Başkanı, merkezi Oxford’da bulunan Muhyiddin İbn Arabî Society’nin Şeref üyesi ve İslam Konferansı’na Üye Ülkeler Parlamentolar Birliği Genel Sekreteri gibi görevler üstlenmiş olan; Sufi ve Şiir ile Evvele Yolculuk ve bu yazıyı birkaç yerinden yaptığım alıntılamaları muhtevî kitabı bulunmaktadır.)

“(…) Bizim ve etrafımızdaki şeylerin var oluşlarının hakikati nedir? Bunlar gerçekten var mıdırlar? Yoksa biz mi onları böyle sanmaktayız? Bizi Yaratan ile bu yaratılış işinden başka bir irtibatımız yok mudur? Âlemin de (kozmoz) Yaratan ile ne irtibatı vardır? gibi sorular işte böylesi, insanoğlunun sorduğu en temel ortak sorulardır. Bunlara verilecek cevapları oluştururken aynı insanoğlu dayanak olarak ya sırf kendi bilgisine veya bütün bunları Var Kılanın kendisini elçileri vasıtasıyla veya hicâbın (perdenin) arkasından konuşması sûretiyle bilgilendirmesine sırtını yaslayacaktır. (Başlığı alıntı olarak teşkil eden cümlenin yeri burası) Âlem ve biz, O var olduğu için varız, bizim varlığımız O’nun varlığıdır. Biz yoktuk O vardı, sonra o varlığından bir nebze bize de verdi ve biz de O’nunla var olduk. Bize verdiği o emanet varlığı geri alacak olsa biz var olmayız, aslımız neyse ona döneriz. (…) İşte insanoğlunun bu en temel sorularına bir cevap da Müslüman muhakkiklerden (tahkik edicilerden) Şeyhu’l-ekber ünvanıyla meşhur Muhyiddîn İbn Arabî‘den böyle gelecektir. Onun kendine has diyebileceğimiz ve bir başka müellifte göremediğimiz bu kabil açıklamalarından dolayı da kendisinin bu konuda orijinal (özgün) bir müellif (telif eden/kitap yazan) olduğunu söyleyebiliyoruz.

Muhyiddin İbn Arabî 17 Ramazan 560 tarihinde (27 Temmuz 1165 Pazartesi gecesi) Endülüs’ün (bugünkü İspanya) güney doğusundaki Tudmir kurâsının basşehri olan Mürsiye’de (bugünkü Murcia) varlıklı ve asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Aynı anda dünya; Endülüs’te Murâbıtlar döneminin bitip Muvahhidler devrinin başlamasına, Fransa’da VII. Louis’nin krallığına, Bağdat’ta Abbasî idaresine, Selahaddin Eyyûbî’nin Kahire’yi Haçlılar’dan geri alışına ve Fâtımîler’in iktidarına son verişine, Kuzey Irak’ta Zengîler idaresinin son yıllarına, Mısır ve Suriye’de Eyyûbîler’in iktidarının kuruluşuna; Abdulkadir Geylânî, Ahmed Yesevî ve Abdulkahir es-Sühreverdî’nin vefatlarına; Anadolu’da Dânişmendî beyliğinin son yıllarına, Artukoğullarına, Selçuklulardan II. Kılıç Arslan’ın iktidarı zamanına, Bizans’ta Manuel Komnenos’un imparatorluğuna, Mâverâünnehr’de Gazneliler’in son yıllarına, Harezmşahlar idaresine, Sibirya’nın doğusunda Cengiz Han’ın dünyaya gelişine şâhit olmaktaydı. İbn Arabî’nin ailesi ve sülâlesi kültürlü ve seçkin kişilerdi. O sıralarda şehir Muvahhidler’in (1147-1238) idaresi altında komutan İbn Merdenîş tarafından yönetilmekteydi. İbn Arabî’nin ailesi, o sekiz yaşına kadar bu doğduğu şehirde ikamet etti. Bir müddet sonra İbn Merdenîş’i yenen Mü’minî Sultanı Ebû Yakûb Yûsuf (1163-1184) yönetimi ele geçirince İbn Arabî’nin ailesi Endülüs’ün o sırada başkenti olan İşbiliyye’ye (Seville) göç etti. Bölgenin yeni emiri Ebû Yakûb kültüre önem veren bir siyaset adamıydı. Felsefe, tıp, astroloji, edebiyat alanlarına özel bir ilgisi vardı. (…) O’nun döneminde İşbiliyye şehri baştan başa imar edildi. Büluğ çağına kadarki dönemde İbn Arabî işte böylesi bir kültürel-siyasî ortamda bulunuyordu. (…) İbn Arabî bu delikanlılık yıllarını daha sonraları cahiliyye (gaflet) yılları olarak da anacaktır (el-Fütûhât, I/201). Bu kısa süren büluğ çağı bocalamalarından sonra bir manevî işaretle inzivaya çekilip artık kendi iç dünyasını dinlemeye karar verecektir ki (III/45) o esnada on altı yaşlarındadır. (el-Fütûhât,II/425). Kendisi 580 yılını vermektedir. Fakat başka yerlerde bu olayın bir iki sene daha önce gerçekleştiğine dair imâlar da bulunmaktadır. İşte manevî hayatını bu şekilde disipline soktuktan sonra artık marifet kapılarının da bu halvetlerdeki riyâzetlerinin neticesinde kendisine yavaş yavaş açılmaya (feth) başlandığını söyler (I/616). Bazen on dört ay kadar bu halvet durumunda kaldığı rivayet edilir. (İbn Arabî, Vesâilu’s-sâil, 21. “..O (İbn Arabî) ilk kez Muharrem ayının başında İşbiliyye’de halvete virmiş ve dokuz ay sonra Ramazan Bayramı günü halvetten çıkmış.. Bu süre zarfında daima oruçluymuş…” Bkz. Müeyyedüddîn el-Cendî, Şerhu fusûsi’l-hikem,109.

Yaşadığı bu zühd döneminin bazı zamanlarında da şehrin kabristanında murâkabeye çekilir ve bu esnada bazı mevtânın kabir hallerine de vâkıf olurdu. (“Bir aralar tek başıma mezarlıkta inzivaya çekilmeyi âdet edinmiştim. Yûsuf el Kûmî benden söz edip ‘Falanca, dirileri bırakmış ölülerle oturup kalkıyor’ demiş. Ben bunu duyunca ‘Gel de kimle sohbet ettiğimi bizzat gör’ diye kendisine haber saldım. Kuşluk namazından sonraydı baktım çıktı geldi. Tam o esnada ben yüce bir ruhla sohbet ediyordum. Kûmî sessizce yanıma sokuldu, yüzünün rengi atmıştı, başını öne eğip öylece kalakaldı. Görüşmem bitince yüzünü kaldırdı ve beni alnımdan öptü. O zaman kendisine Üstadım, ölülerle oturup kalkan kimmiş, ben mi sen mi?’ diye sordum. Bana ‘Kesinlikle ben’ dedi ve gitti.” (el-Fütûhât,lll/45; IV/95.)

“… Bir gün kadı Ebu’l-Velîd İbn Rüşd’le görüşmek üzere Kurtuba’ya gelmiştim. Halvetim esnasında Rabbimin bana açtığı kapılar kulağına gelmiş ve bunun üzerine benimle tanışmak istemiş . Beni onun yanına güya bir şey için babam göndermişti, ama esas mesele benim onunla bir şekilde tanışmamı sağlamaktı. O zaman daha ben bir çocuktum (sabiyyun). Yanına girdiğimde oturduğu yerden kalktı, muhabbet ve hürmetle beni kucakladı, sonra ‘evet’ dedi. Ben de ona karşılık ‘evet’ dedim. Onu anladığımı düşünerek mutluluğu daha da arttı. Ben ona bu mutluluğu veren şeyin ne olduğunu hissedince bu sefer ‘hayır’ dedim. Bunun üzerine bozuldu, yüzünün rengi değişti. Düşündüğü şeyde süpheye düştü. Bana ‘ Senin keşf ve ilâhî feyz’de bulduğun şey mantığın (nazar/teori) bize verdiği şey midir?’ diye sordu. Ona hem ‘evet’ hem ‘hayır’ diye cevap verdim. Bu ‘evet’ ve ‘hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesedlerinden fırlar’ deyince benzi sarardı, titreme geldi, birden sanki elli yaş yaşlandı. Ne demek istediğimi anlamıştı… Yani (yaraların iyileştiricisi anlamında kutbun sıfatlarından) bahsediyordum. Daha sonra benim hakkımda sahip olduğu izlenimini, bana uygun mu yoksa muhalif mi olduğunu aktarmak üzere babamdan bir kere daha buluşma talebinde bulunmuştu. O fikir ve aklî nazar ehli birisiydi. “Bu zamanda herhangi bir ders görmeden, bir mütâlaadan etkilenmeden, bir kitabı okumadan, özetle bir dizi inceleme-araştırma yapmadan cahil bir şekilde (!) halvete girip de böylesi bir bilgiyle oradan çıkan birisini bana gösterdiği için de Allah’a şükrederim” demiş. “Bu gibi hallerin erbâbı kalmadı, hiç görmedik” demiş. “Daha sonraki yıllarda kendisiyle bir ikinci kez görüşmeyi isteyince Allah’ın rahmeti üzerine olsun kendisi suretiyle beraber benim vakıama getirildi ve onunla benim arama ince bir perde kondu. Ben o perdeden baktığımda onu görebiliyordum ama o beni göremiyor, benim mekanımı bilemiyor ve benden uzak kalıyordu. Bunun üzerine onun bizim muradımız üzere olmadığını anladım. Onunla 595 yılında Merakeş’te Hakk’a rücû ettiği yıla kadar bir daha bir araya gelmedik. (…) Bu olay için şu beyti söyledik: “İşte imam ve işte eserleri! Ah bilebilseydim, gerçekleşmiş midir emelleri?”

.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked