“İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not”
Prof. Dr. İsmail Kara‘nın bir kitabının (dergâh yayınları) başlığı böyle. Bu kitabın başlarından yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Şerh ve haşiye literatürü aslında klasiklerin ayrılmaz bir parçası hattâ bazı bakımlardan ta kendisidir. Yakın zamanlardaki çalışmalarda sıklıkla görüldüğü üzere İslâm klasikleri, kronolojik olarak şerhlerden daha önceki bir tarihe, diyelim ki III-IV / IX-X.asır öncesine, İslâmî ilimlerin teşekkül devrine nisbet edilecek olsa bile, bu yanlış veya eksik nisbet ancak şerh ve haşiyeler ciddiyetle hesaba katılarak sıhhatli bir yere oturtulabilir ve anlaşılabilir. (…) İlim ve kültür mirasımızın tarihinde ne olduğu ve niçin böyle olduğu soruları da ancak bu inkıtasız usul, tenkit ve yoklama içinde doğru ve yeterli cevaplarını bulabilecektir. Bizim için meselâ Fahreddin Râzî’yi İbn Sina olmadan anlamak ve tarihî bir bağlama oturtmak ne kadar zor ve imkânsızsa İbn Sina’yı Râzî ve Tûsî şerhleri olmadan kuşatmak ve yorumlamak da o ölçüde eksik ve yetersiz kalacaktır. (…) “(s.14)
“Şerh ve haşiye geleneğinin önce muğlaklaşması, ardından menfi ve ironik kelime ve terkiplerle tavsif edilerek olumsuz, değersiz ve itibarsız bir alan haline ge(tiri)lmesi Müslüman Türkler için, İslâm ilim ve kültür mirası için olduğundan daha ciddî ve tehditkâr bir anlam ifade etmektedir. Çünkü Türklerin güçlü bir unsur olarak İslâm tarihine katılmaları ile şerh ve haşiye literatürünün büyük ürünlerini vermeye başlaması, giderek güçlü bir telif tarzı ve iddiası olarak istikrar bulması hadisesi arasında, en azından kronolojik bir ilişki bulunmaktadır. Bir başka ifade ile şerh ve haşiye edebiyatını ihmal etmek Türklerin İslâm tarihi içindeki yerlerini, tabir caizse İslâm tarihine müdahalelerini ihmal etmek manâsına gelecektir. Ayrıca Müslüman Türklerin tarihten tasfiyesi ile şerh ve haşiye ‘edebiyatı‘ da kullanılarak İslâm ilim ve kültür mirasının tasfiyesinin paralel yürü(tül)düğünü ve bu tasfiyede, -aslında kendilerini de tasfiye eden- Müslüman âlim ve aydınlarının kaydadeğer bir yerinin olduğunu da söylemek gerekecektir (dipnot 5: İsmail Cerrahoğlu’nun iki ciltlik Tefsir Tarihi kitabından yola çıkarak şerh ve haşiye ‘edebiyatı‘ ile oryantalizmin etkisi altında Osmanlı tefsir mirasının nasıl yok sayıldığını ortaya koyan sorgulayıcı ve vasıflı bir çalışma için bk. Dücane Cündioğlu, ‘Çağdaş tefsir tarihi tasavvurunun kayıp halkası: Osmanlı tefsir mirası‘, İslamiyat, II/4, Ekim-Aralık 1999, s.51-73) (s.14-15)
“İslâm klasiklerini anlamak ve onların statülerini, zenginlik ve değerlerini tayin etmek (belirlemek) için başvurulması zaruri olan unsurlardan biri olarak şerh ve haşiye meselesine, geçmişten bugüne doğru gelerek baktığımızda karşılaşacağımız tablo ile bugünden geriye doğru giderek baktığımızda karşılaşacağımız tablonun aynı olmadığına daha işin başında işaret etmemiz lâzım. Aynı meseleye iki farklı akış üzerinden bakmanın meselenin mahiyetini ve muhtevasını ne kadar değiştireceği sanırım aşağıdaki paragraflardan daha iyi anlaşılacaktır.” (s.15)
“(…) Klasik felsefenin Aristo ve Eflatun şerhleri üzerinden yürüdüğünü, felsefe yapmanın nerede ise şerh yazmak demek olduğunu, bu geleneğin bütün Ortaçağ İslâm ve batı dünyasında da güçlenerek devam ettiğini hususen belirtmek gerekir. Hemen bütün ilim ve sanat alanlarına şâmil olan felsefî şerhler bir kitabı, bir müellifi esas alıyor gibi gözükmesine rağmen aslında merkeze alınan metnin gidilebildiği kadar daha öncesine (mübeşşirlerine) ve sonrasına (muakkip ve münekkitlerine) uzanarak, aynı zamanda muasırların görüşlerine de yer vererek, kendi durduğu yere göre eklemeler, tenkitler, tasfiyeler, tasnifler yaparak hakikat arayışını sürdürmekte, bu yolla ilmi / bilgiyi genişletip derinleştirmektedir. Bu yüzden tabiatı icabı devamlılığı ve birikimi (teraküm) önemsemek zorunda olan ilimlerin, felsefenin ve telif türlerinin gelişmesinin en geniş anlamıyla şerhler, haşiyeler, talikat(düşünceler, notlar), zeyil (ayırım) ve telhisler(özetlemeler) üzerinden yürüdüğü bile rahatlıkla söylenebilir. (…)” (s.15)
No Comments