Fîhi Mâ Fîh’den alıntılar

 

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî‘nin bu eseri merhûm Ahmed Avni Konuk tarafından tercüme edilmiş ve yine merhûm Dr. Selçuk Eraydın tarafından yayına hazırlanmıştır. İZ Yayıncılık’tan 8. Baskısı 2009’da çıkmıştır. Bu kitabın birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Ham ervâh (ruhlar) olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın (zâtlar) hâlinden anlamazlar.”

“Ma’lûm olduğu üzere ehlullah cevâmiu’l-kelîmdir.” (cevâmiu’l-kelîm: birçok manâyı toplayıcı olan)

“Bu latîf kitaptan havâs ve avâmın nasibi vardır.” (havâs: seçkinler; avam: halkın alt tabakası)

“O’nun vechinden başka herşey helâk olucudur.” (Kasas, 28/88)

“Biz emâneti semâvât ve arza ve dağlara arz ettik. Onlar o emâneti yerine getiremeyecekleri havfıyla (korkusuyla) onu yüklenmekten ibâ edip (çekinip), ref’ini (kaldırılmasını) ricâ ettiler. Onu insan yüklenmekle zalûm (çok zâlim) ve cehûl (çok câhil) oldu.”

“Andolsun biz göklere ve arza İzzet ve şeref verdik.” buyurmamış olduğu için, o bir hizmet ancak insanda zâhir olur. Şu halde ne yerin ne göğün ve ne de dağların yapamadıkları bir hizmet insandan görünür olunca, o zalûmluk ve cehûlluk ondan müntefî (görünmez) olur. Eğer sen der isen ki: “Ben o hizmeti yapmıyorum ama, benden bu kadar muhtelif hizmetler husûle geliyor.” Derim ki, insanı o muhtelif hizmetler için yaratmamıştır. Bu ona benzer ki sen pûlâd-ı hindîden (Hind çeliğinden) ma’mûl ve pâdişahların hazinesinde misli bulunmayan gâyet kıymetli bir kılıcı alıp, ben bunu muattal bırakmıyorum, böyle bir hizmet îfâ ediyorum diye tefessüh etmiş bir öküzün etinde satırlık hizmetinde kullanıyorsun; veyahut bir altın tencere getirmişsin, onda şalgam pişiriyorsun. Halbuki onun bir habbesinden yüz tencere satın alınır. Yâhut mücevher bir bıçağı, muattal bir halde bırakmıyorum, iş görüyorum ve kabak ta’lik ediyorum diye, bir kırık kabağa çivi yapıyorsun. Bu haller gülünecek şeyler ve teessüf olmaz mı? O kabagın lâyıkı, kıymetli bir puldan ibaret bulunan bir tahta veya demir çivi iken, yüz altın kıymetindeki bir bıçağı, bu işte kullanmak ne akıldır! Hak Teâlâ, sana azîm kıymet takdir etmiştir. Yani “Allah Teâlâ mü’minlerden nefislerini cihâda ve mallarını sadaka ve infâka sarfedenlere bi’l-mukabele cennet verilmesiyle müşteri oldu.”

“(…) O halde Hak nûrundan yanmağa sabr etmeyen ve ictihâd göstermeyen adam, adam değildir. İdrâk olunan her şey Hak değildir. Âdem odur ki, ictihaddan hâlî (boş) kalmayıp, bî-ârâm (durup dinlenmeyen) ve bî-karar (kararsız) olarak Hakk’ın Celâl nûrunun etrafını devr eyliye. Ve Hak odur ki, âdemi yakıp yok ede ve hiçbir akıl onu idrâk edemiye.”

“Hâtırım dostları pek çok görmek ve benim onlara, onların bana doya doya nazar etmemizi ister. Bu âlemde birçok dostlar vardır ki, birbirinin gevherini iyice görmüş olurlar. Âşinalık kuvvet bulmuş olduğundan o âleme gittiklerinde, biz dünya yurdunda berâber idik, diye yekdiğerini çabuk tanırlar ve bilirler ve birbirleriyle hoş ittihâd ederler. Zira insan refîkını pek çabuk zâyi’ eder. (…) Onu evvelce Yusuf görürdün, şimdi ise kurt sûretinde görürsün. Gerçi onun sûreti değişmemiştir; hemen evvelki gördüğündür. (…) Ve her bir adamda iyi ve kötü sıfatlar müsteârdır (iğretidir); ondan geçmek ve onun zât gerçeğine nüfûz etmek iyice görmek gerekir. Zira insanların yekdiğerine verdikleri bu vasıflar, onların aslî vasıfları değildir.”

“Şimdi… Zindan ve derd hâli hâricinde iken, o ihlâs, bize niçin gelmiyor? Zirâ acaba fayda eder mi, yoksa etmez mi? Diye bize bin hayâl ârız oluyor; ve bu hayâlin tesiri bin tembellik ve melâlet (usanma) veriyor. Hani o hayalsiz olan yakîn? Hak Teâlâ cevâben buyurur ki: Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin!.. (…) Mevkıf-i itâbda (azarlama durağında) Rabbinin katında hâzır olacağını bilip, ondan korkarak, nefsini hevâ ve şehvetlerinden nehy eden kimsenin menzil ve karargâhı cennettir. (Nâziât, 79/40-41)

“Âb-ı hayat zulmettedir derler; o evliyânın cismidir ve âb-ı hayat, o cismin içindedir. Sen âb-ı hayata ancak zulmette (karanlıkta) vâsıl olursun. Eğer bu zulmetten iğrenip kaçarsan, mâ-i hayat (âb-ı hayat) sana nasıl erişir? Sen habîs olan kimselerden habâset ve müfsidlerden fesâd talim etmek istediğin vakit, muradına erişinceye ve bunu öğreninceye kadar arzunun hilâfında olarak bin mekrûha ve dayaga tahammül edersin. Halbuki bir mekruh gelmeksizin ve me’lûf olduğun (alışmış olduğun) bazı şeyleri terk etmeksizin, enbiyâ ve evliyâ makamı olan sermedî bâkıye hayatın tahsilini nasıl arzu ediyorsun? Bu nasıl olur? Size ne oldu ki, kolay şey ile nasihat olunduğunuzda, buna tahammül etmiyorsunuz. “Ba’zan mekrûh gördüğünüz şey, sizin için hayırlıdır.” (Bakara, 2/216) (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked