“Hakk’ın varlığı hem tenzîhi hem de teşbîhi toplayıcıdır.”
FUSÛSU’L HİKEM TERCÜME VE ŞERHİ-IV’den alıntılar oluşturacak bu yazıyı.
“Her şeyin ezelî istidâdı ne ise, bu rahmetin inmesinde îmân ve hidâyet, ni’met, zevk ve rahatlık gibi tabiata uygun gelen; ve küfür (inkâr), dalâlet, nıkmet (belâ) ve elem, rahatsızlık gibi tabiata uymayan bir takım hâller o şeye erişir. Şu halde ilâhî rahmet sırf varlık verdiği için, uygun olsun, uygun olmayan olsun hepsine yetti. Halkın istidâdına vâbestedir âsâr-ı feyz Ebr-i nîsândan sedef dürdâne, ef’î semm kapar
İşte bunun gibi ahadî zâtta gizli olan esmâya umumî zâtî rahmetin kapsamı seviye üzeredir. (Mülk, 67/3) âyet-i kerîmesi gereğince rahmânî rahmetin her bir isim üzerine yayılmasında farklılık yoktur. Farklılık ancak ilâhî isimlerin istidâtlarındadır. Rahmânî rahmetin feyz vermesinde Hâdî isminin mazharı (zuhur yeri) olan ‘ayn’da (hakikatte) hidâyet sûreti ve Mudill (dalâlete düşüren) isminin mazharı olan aynda da dalâlet sûreti zâhir olur. Fütûhât-ı Mekkiyye isimli eserin yetmiş üçüncü bâbında yazılmış olan, “Eser” Hak varlığında etkin olan a’yân-ı sâbite-i ma’dûme (yok olan sâbit hakikatler) için vâkidir; yoksa Hakk’ın varlığı için vâki değildir. Hakk’ın varlığına gereken şey, hakikatlerin istidat ve kabiliyetlerine göre, varlığı feyizlendirmektir; ve eser, her ne kadar Hakk’ın varlığı için sabitse de, bu sübût, yokun hükmü hasebiyledir. İlâhî nisbetler olan esmâ, ahadiyyet zâtında yok hâlinde iken, isimlenmişleri olan Hak’tan kendilerine varlık vermesine hükmederler. Hakikî mevcûd olan Hak da, yok olan nisbetlerinden etkilenip, onlara varlık vermeğe yönelir. Bundan dolayı eser, ilk olarak yok için var olanda zâhir olur; daha sonra yok olan nisbetlerin hükmü ve talebi hasebiyle Hak varlığı için sâbit olur. Misâl: Bir mimârın zâtında içkin olan mimârlık sıfatı, istidât ile zuhur talep eder; mimar da kendisinin bir yokluk nisbeti olan o sıfatın talebini yerine getirmek için zihninde bir bina sûreti tahayyül eder. Bu sûret ilim mertebesinde peydâ olan bir ‘ayn‘dır (hakikatdır). Mimârın varlığı mevcûd ve fakat onun nisbeti olan mimârlık sıfatı kendi varlığında gizli ve tüketilmiş olduğundan yoktu. Şu hâlde mimâr şahsın mevcut olan varlığı, yok olan nisbetinden etkilenip, o mimârlık sıfat ve nisbetine varlık verilmesine yöneldi. Şu halde ‘eser’, ilkin yok olan nisbet için, var olan mimârda görünür oldu; daha sonra o yok nisbetin ‘beni göster‘ diye istidât dili ile vâki olan hükmü ve talebi hasebiyle mimârın varlığı için sâbit oldu. Dolayısıyla eser, mimârın varlığında etkili olan onun ilmindeki binânın yokluğu için vâkidir. Yoksa mimârın varlığı için vâki değildir. Mimâr şahsın varlığına gereken şey, onun zihninde peydâ olan binâ sûretinin kabiliyetine göre, o binâyı hâriçte inşâ etmektir.
Bu ilim, gâyet garîb ve pek nâdir bir meseledir; ve yokun mevcûdda etkisi meselesini hakikatiyle anlayan, ancak evhâm sâhipleridir; zirâ yokla ilgili bir meseleden ibâret olan vehm, onların var olan vücûdlarında etki ederek, esâsında yok olan birtakım vehmî şeyleri hayâlî potansiyellerinde îcâd ede birerler; ve bu îcâd ettikleri vehmî sûretlerden nefsleri pek ziyade etkilenmiş olur. Ve bazı kimseler aslâ vücûdlarında hastalıktan eser olmadığı halde, kendilerinde bir vehmî maraz îcâd ederler; ve bundan halâs olamadıkları takdirde, vücûdları etkilenip helâk olurlar. İşte yokun varda etkisi budur. Ve bu ilim, evhâm ashâbı indinde zevk olarak hâsıl olur. Velâkin kendisinde vehim etkisi olmayan kimseler, bu yokun varda etkisi meselesinin ne keyfiyetle vâki olduğunu hakikat ve zevk olarak bilemezler. O kimseler bu meseleden uzaktır. Ve her bir insanın hayâl potansiyelinde, varlığı olmayan şeyi, meydana getirdiğine dâir olan bahis İshâk Fass‘ında geçtiğinden oraya müracaat olunsun.(…)”
No Comments