Hamid Algar’ın “Nakşibendîlik” isimli kitabından (insan yayınları) alıntılar
Çevirenleri Cüneyd KÖKSAL, Ethem CEBECİOĞLU, İsmail TAŞPINAR, Kemal KAHRAMAN , Nebi MEHDİYEV, Nurullah KOLTAŞ, Zeynep ÖZBEK olan ve insan yayınları‘ndan çıkmış (birinci Baskı, 2007) bu hacimli eserden yapacağım alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
” (…) İşte şimdiye kadar telif ettiğim dağınık makalelerin Türkçesi bu kitapta toplanmış oluyor. (…) Seneler boyunca yazdığım makaleleri bir araya getirilmiş kitap halinde görmek -o da Türkçe olarak- benim için gerçek bir sevinç kaynağıdır. (…) Gayret bizden; Tevfik Allah’tan.
Hamid Algar ‘Id Mîlâdü’n-Nebî, 1427 / 15 Nisan 2006 (ÖNSÖZ’den)
“Hulefâ-i Râşidîn dörtlü yapısının açık bir taklidi olarak Hemedânî dört halef tayin etmiştir. Bunlardan ikisi önem arzeder; Yesevîyye’ye ismini veren Ahmed Yesevî (v.562/1167) ve Nakşibendiyye silsilesindeki ikinci halka olan Hâce Abdulhâlık Gucduvânî. Nakşibendiyye silsilesi yoğun bir şekilde halkı Farsça konuşan veİslâm kültürünü tamamen benimsemiş bölgelerde büyürken; Yesevî halkasının ya sathî ya da hiçbir şekilde İslâmîleşmemiş Orta Asya’daki Türk halklarına yönelerek Nakşibendiyye’den kendisini ayırdığı söylenmektedir. (dipnot: Bu tez ilk kez Fuad Köprülü tarafından Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (yeni baskı, Ankara, 1966) isimli klasik eserinde sunulmuştur.) Bir noktaya kadar bu ayrım fena değildir ve Yesevî tarîkatının ilk dönem şeyhlerinin “Türk şeyhler” olarak ifade edildiğini görmekteyiz. (dipnot: Abdurrahman Câmî, ve Nefehât el-Üns,ed. Mehdi Tevhidipur (Tahran, 1336 Sh./1957, s.377.) Ancak Yesevî edebiyatının hatırı sayılır bir çoğunluğu onuncu / onyedinci asra kadar Farsça kaleme alınmıştır; bundan hareketle Farsça konuşan şehir sâkinleri arasında bir Yesevî varlığı çıkarımında bulunabiliriz. (dipnot: Bkz. mesela, Reşid Efendi 372, ff.la-316b isimli elyazmasında Akhund Molla Muhammed Şerif Yesevî’nin eserleri.) Bunun zıddı olarak Nakşibendiyye tüm büyük Türk halkları, biraz daha hızlı olarak da Özbekler, Tatarlar ve çok geçmeden de Türkmenler, Kazaklar ve Kırgızlar arasında nüfûzunu genişletmiştir. İki tarîkat arasındaki temel ayrım noktası etnik tesir olmayıp zikir metodunda yatmaktadır. Yesevî ve halefleri çıkardıkları törpüvari sese bakılarak testere zikri (zikr-i erre) adı verilen cehrî bir zikir tatbik ederken Gucduvânî hafî zikri tercih etmiş ve bunu nihai olarak Bahâeddîn Nakşbend’e nakletmiştir. Bazılarına göre testere zikrinde, Türkler arasında hâlen yasar durumdaki Şamanist kalıntıların bazı izleri görülebilir; ancak aynı tekniğin Orta Asya göçebeliğinin tefsirinin bulunmadığı Hindistan ve Fas’ta da görülmesi düşünülünce, bu hipotez handiyse öne sürülemez. (dipnot: Hindistan’da ki durum için bkz., Muhammed Ghauth Shattari (v.970/1562), el-Cevâhir el Hamd, yazarın derlemesindeki elyazması, f.123b, ve Fas’la alâkalı olarak, Emile Dermenghem,Le culte dessaints dans I’Islam maghrebin (Paris, 1954), s.325.) (…)”
No Comments