Hakk’ın mutlak varlığının mertebeleri
Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin FUSÛSU’L-HİKEM isimli eserinin (Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk; Hazırayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı – Dr. Selçuk Eraydın; M.Ü. İFAV Altıncı Baskı) III. Cildi’nden yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Bilinsin ki, Hakk’ın mutlak varlığının külliyyet (tümellik) itibâriyle beş mertebesi vardır: Birincisi: Zât-ı ahadiyyet (ahadiyyet zâtı) ve lâ-taayyün (belirme yokluğu) mertebesidir. Bu mertebede Hakk’ın hiçbir sıfat ve isim ile nitelenmesi ve adlanması mümkün değildir. Zîrâ tüm nisbetler ve izâfetlerden ganîdir (doygun). Ve bu nisbetler ve izâfetlerin cümlesi ahâdî zâtta mahv ve müstehlektir (yokluk ve tükenmişlik). Ve ‘mutlak vücûd’ tabiri hâlis (katkısız) bu mertebeye işâret için mevzû’ (konulmuş) bir ıstılahtır (terimdir).
İkinci mertebe: Sıfatlar ve isimler mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak varlığı zâtî şuûnâtı (hâdiseleri) olan sıfatları ve isimleri hasebiyle, ilmen belirmiş ve tecellî etmiş olur. Ve ilmî mertebede peydâ olan esmâî (isimlerle ilgili) sûretlere ‘a’yân-ı sâbite‘ (sâbit hakikatler) derler ki, bunlar mümkünlerin ilâhî ilimde sâbit olan hakikatleridir. Ve sâbit hakikatler hariçte mevcûd olmadıklarından mec’ûl (kılınmış) yani muhdes (sonradan olan) değildirler. Zîrâ mec’ûliyyet hâriçte mevcûd olmakla ilgilidir. Ve ahadiyyet denizinde tüketme sûretiyle birleşmiş olan isimler, bu mertebede yekdiğerinden seçkin olurlar.
Üçüncüsü: Ruhlar mertebesidir ki, Hakk’ın mutlak varlığı, sâbit hakikatler hasebiyle bu mertebede ukûl (akıllar) ve soyut nefisler olarak görünür olur.
Dördüncüsü: Mutlak misâldir ki, bu mertebede dahi yine Hakk’ın mutlak varlığı, sâbit hakikatler hasebiyle şehâdet mertebesinde görünür olacak mevcûdatın misâlî sûretleriyle belirmiş ve tecellî etmiş olur. Ve bu sûretler, âyînede muntabı’ (basılmış) olan hayâl gibi latîf olup, bölme ve ayırma mümkün değildir.
Beşincisi: His ve şehâdet mertebesidir ki, bu mertebede de yine Hakk’ın mutlak varlığı, yine sâbit hakikatler hasebiyle kesîf (yoğun) sûretlerde görünür olur. Ve bu sûretler de bölünmez ve ayrılmazdır. İşte bu mertebelerin hepsi, bir nâmütenâhî varlığın tenezzülleri ve tecellîleridir. Bu anılan mertebelerin netîcesi, kâmil insan olup, mertebelerin tümünü toplayıcıdır. Dolayısıyla kâmil insan mertebesi Hakk’ın mutlak varlığının altıncı tenezzül ve tecellî mertebesi sayılmış olur.
Şu halde sâbit hakikatler ilâhî ilimde ne sûretle sâbit olurlarsa o sûretle Hakk’ın ma’lûmu olurlar. Dolayısıyla ilim ma’lûma tâbi olmuş olur. (…) Bundan dolayı mü’minin sâbit hakikatinin istidâdı îmânı, kâfir ve âsînin sâbit hakikati de küfür ve isyânı taleb etmiştir; ve onların herbirisi aynî varlıkda talep etmiş oldukları sıfat üzere ‘kün!‘ emriyle görünür olmuşlardır. (…)”
No Comments