“İdrîsî Kelimede içkin olan ‘Kuddûsî Hikmet’in açıklanması”
FUSÛSU’L-HİKEM Tercüme ve Şerhi-II’den (Tercüme ve Şerh: AHMED AVNİ KONUK, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı- Dr. Selçuk Eraydın, M.Ü. İFAV, Yedinci Baskı: 2017) bu yazının başlığını alıntı olarak teşkil eden o kitabın bölümünden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
” ‘Kuddûsî Hikmet‘in İdrîsî Kelime’ye tahsîsindeki hikmet budur ki: İdrîs (a.s.) riyâzât-ı şâkka (güç riyâzetler) ile nefsini hayvânî sıfatlar ve tabiî küdûrât (bulanıklıklar) ve ârıza noksanlıklarından tathîr etmiş (temizlemiş); ve âkıbet rûhâniyeti hayvâniyeti üzerine galebe etmekle, kesîrü’l- insilâh (beden ve cesed kayıdlarından çokça çıkan) ve sâhibü’l-mirâc (mîrâcı yaşayan) olmuş; ve melâike (melekler), ervâh-ı mücerrede (soyut ruhlar) ile muhâtabâtta ( karşılıklı görüşmede) bulunmuş idi. Nitekim onaltı sene yiyip içmediği ve uyumadığı ve soyut akıl hâline geldiği hikâye olunur.
Bu manâlar, cismânî kesâfeti içinde, fikrî nazara (bakışa) müstenid olan aklı varlığına hâkim olan feylesoflar indinde kabûl olunur bir şey değildir. Fakat ne yapsınlar ki, onların akılları cisim ve cismâniyet dâiresinde mahsûr ve mahbus kalmıştır. O sınırlar dışına çıkamazlar; ve ” insan yiyip içmese ve uyumasa ölür” derler. Vâkıa (gerçi) bu hükümleri (yargıları), vücûdlarında kesâfet hükümleri egemen olan kimseler için doğrudur. Velâkin nefislerini tabiî küdûrâtdan ve cismânî kesâfetden kurtaran zevât hakkında aslâ doğru değildir. Bu zevâtın revişlerine (tutumlarına) ıttılâa (öğrenmeğe) cüz’î (tikel) akıllar erbâbı için imkân yoktur. Zîrâ onların akılları mahdûd bir dâire içinde mantıkî ve tabiî kayıdlar ile bağlı kalmıştır.
‘Kuddûs‘ mukaddes manâsına ‘takdîs‘ ten türemedir. Lügat manâsı ‘tathîr‘dir. Ve ıstılâhta “Hakk’ı, imkân ve ihtiyaçtan ve kevnî noksanlardan ve kendinin gayri bulunan mevcûdâta nisbeten kemâl addolunan kemâlâttan, Cenâbına layık olmayan şeyden tathîrdir (temizdir)”. Zîrâ Hak Sübhânehû ve Teâlâ ve onun zâtî kemâlâtı, akıl, vehim ve hayâl ile idrâk olunan kemâlâttan a’lâ ve ecelldir. Nitekim Ehl-i Kemâlden bir zât-ı şerîf Cenâb-ı Kibriyâ’ya hitâben buyurur. Rubâî: Tercüme: “Ey noksandan pâk ve ey adem’den müberrâ olan zât-ı Celîl! Senin vasfında akıl ileriye bir adım atabilir mi? A’mâ olan kimse, kulağıyla renkleri ve sûretleri nasıl görür? Veyâhut sağır, göz ile elhân (nağmeler) ve nağmeyi nasıl işitebilir?” (…) “Hak tenzîh ve teşbîhten münezzehdir” denildiği vakit, tenzîh ve teşbîhden tenzîh edilmiş olur. Ve tenzîhin bu türünde fazladan mübâlağa vardır. ‘Fenâü’l-fenâ‘nın ‘fenâ‘dan eblağ (olgunluğa en yakın) olması gibi. Ve ‘tesbîh‘, yalnız cem makamı; ve ‘takdîs‘ ise cem ve tafsîl makamı hasebiyledir, denilebilir. İşte bunun için Nûh (a.s.)ın tenzîhi aklî ve İdrîs (a.s.)ın tenzîhi dahi hem aklî ve hem nefsîdir, demişlerdir. ‘Subbûhî Hikmet‘ ile ‘kuddûsî hikmet‘ arasında manen ve mertebeten münâsebet olduğundan yekdiğerine yakın kılınmıştır. Ve Nûh (a.s.) her ne kadar zaman bakımından İdrîs (a.s.)dan sonra gelmiş ise de, eblağ (daha beliğ) olanın tehiri evlâ (daha iyi) olduğundan, onun hikmeti ‘subbûhî hikmet‘den sonra ifade edildi. Ulüvv (yükseklik) iki nisbettir. Mekân yüksekliği ve mekânet (mertebe) yüksekliği. Mekân yüksekliğinin delîli Kur’ân-ı Kerîm’de İdrîs (a.s.) hakkında vârid olan (anlam olarak:) ” Biz onu yüksek mekâna ref’ ettik (kaldırdık) “(Meryem, 19/57) kavl-i şerîfidir. Ve mekânların en yükseği, üstüne eflâk (gökler) âlemi değirmeninin döndüğü mekândır ki, o da Şems (Güneş) felekidir. Zîrâ arzdan itibaren kendi manzûmemizin merkezine yönelerek en yüksek bir merhale ve bir mekâna çıkılmak tasavvur olunsa, o mekân ancak Güneş felekidir. Ve bu itibar arzdan böyle olduğu gibi Müşterî ve Zühal’den de böyledir. Zîrâ Şems (Güneş) manzûmesini teşkîl eden seyyârâtın cümlesinin merkezi Güneş felekidir. Ve İdrîs (a.s.)ın ruhâniyet makamı oradadır. (…) O makama ancak rûhen urûc mümkündür. Zîrâ latîf rûh, kesîf cisim gibi, ateşte yanıp inhilâl etmez (çözünmez). Bilinsin ki, Hz.Şeyh (r.a.) Şems felekinin mekân yüksekliğini ifade etmek için feleklerin mertebelerini ta’dâd (sayıp dökme) buyurmuştur . Yüce maksadı hey’et ilminden bahs etmek değil, şemsî manzûmeye nazaran insanlara mekân yüksekliğini anlatmaktır. Bunun için âlî (yüce) zamandaki ulemânın tasavvurlarına uyan beyanlarda bulunmuşlardır. Ve bu yüce açıklamalar yeni heyete göre mekân yüksekliğinin değişmesini gerektirmez. Ve yeni heyete nazaran güneş manzûmesinin merkezi / kalbi yine şems felekidir. (…) Şemse en yakın bulunan Utârid olup ondan 15 milyon, Zühre 26 milyon, Arz 37 milyon, Merîh 56 milyon ve küçük gezegenler takriben 100 milyon Müşterî 192 milyon, Zühal 355 milyon, Uranüs 710 milyon ve Neptün 1150 milyon merhale uzakta devr eder. (…) Şu halde şems, gerek eski astronomiye ve gerek yeni astronomiye göre feleklerin kutbu olması yönünden mekân yüksekliğidir. Bunda aslâ ihtilaf yoktur. Ama merkezden bakılmazsa, arzdan itibaren şemsten daha yüksek emkine-i maddiyye (maddî mekanlar) çoktur. Uranüs, Neptün veya diğer şemsî manzûmeler gibi. Buradaki ulüvv (yükseklik), her gezegenin kendi merkezi olan şemse nisbetledir. Zîrâ cenâb-ı İdrîs arzda bulunduğu halde hakkında “Biz onu yüksek bir yere kaldırdık.”(Meryem 19/57) buyruldu. Hak Teâlâ Muhammedîler hakkında “Siz âlîlersiniz” (Muhammed, 47/35) buyuruyor. Siz, sizin gayriniz olan ümmetler üzerine mertebe olarak da, menzil olarak da âlîlersiniz (yücelersiniz) demektir. Mekân yüksekliği ve mekânet yüksekliği iledir âlîlik. Amel, mekânı ve ilim, mekâneti ister. Zîrâ amel cismin a’zâ ve cevârihı vasıtasıyla sâdır olan sûretlerden ibârettir. (mekân: yer, mahal; mekanet: kuvvet, metânet, güc, ağırbaşlılık)
No Comments