Mustafa Kutlu’nun bir yazısından alıntılar

 

dergâh yayınları‘ndan 2. Baskısı Nisan 2011’de çıkmış Orhan Okay Kitabı’ndan Mustafa Kutlu’nun “Bir Rüya Gibi” başlıklı yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

“Şimdi o günleri “bir rüya gibi” hatırlıyorum. Niçin acaba? Olup bitenler beni son derece heyecanlandırmış, ayaklarımı yerden kesmiş, bir başka âleme götürmüştü.

İlk ve orta mektepte okuma alışkanlığı edinmiş, edebî eserlere aşırı ilgi duymuş olmama rağmen, ben aslında resim meraklısı idim. Belki de ünlü bir ressam olmayı hayal ediyordum. Küçük bir taşra kentinde (Erzincan), mütevazi imkânlar içinde ne kadar resim yapılabilir.

Lisedeki resim öğretmenimiz Nurettin Elbaşı bir iki arkadaşla birlikte bizi çok şımarttı. Bize bayağı büyük adam muamelesi yaptı. Atelyede geç vakitlere kadar çalışırdık. Sonra bir sergi açtım. Genç yaşında Rahmet-i Rahmân’a kavuşan Abdülkadir adlı arkadaşımla, kendi yazdığımız, şehrin ana caddesinde bütün elektirik direklerine yapıştırdığımız ilanlar uçup gitti.

Mahallî lig takımlarından birinde top oynuyordum. Kütüphane Müdürü’nün oğlu ile. Şimdi tabib olan bu arkadaşın fen dersleri iyi idi ve aynı sırada oturuyorduk.

O yıllarda lise ikiye geçildiğinde fen ve edebiyat dallarından birini seçmemiz gerekiyordu. Ben haliyle edebiyata meyyaldim. Arkadaşın ailesi mutlaka fene gitmemizi istiyordu. Böylece arkadaş kurbanı olarak fene geçtik. Derslerimizin çoğuna Askerî Lise’den rütbeli ve sert hocalar geliyor, sınıf geçmek iğne deliğinden geçmek sayılıyordu. Lise bitirme sınavlarını koca sınıftan iki kişi ilk girişte verebildi. Fizik ve cebirden kalmıştım.

O sıkıntılı yaz. Dostoyevski okuyordum. Şehir parkının tahta sıralarında Abdülkadir ile sabahlardık.

Üniversite sınav sonuçları geldiğinde İstanbul Orman Fakültesi ile Erzurum Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü arasında bir tercih yapma durumunda kaldım.

İstanbul o yıllarda (altmışların başı) hâlâ gurbet. Ve biz gecenin onbirbuçuğunda Erzincan İstasyonu’na gelen ekspresi yola vuruyoruz. Oysa Erzurum yakın, mütevazi bütçemize uygun.

Eniştemin askerlikten kalma tahta bavulu ile Erzurum’a gidiyorum. İlk işim üniversite kütüphanesindeki roman ve hikâye kitaplarına bakmak oldu. Henüz Seyfettin Özege’nin kitapları gelmemişti. (…) Orada Sait Faik’i, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, köy romanlarını, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını bile okudum.

Hani “bir rüya gibi” demiştim ya, şimdi çıkaramıyorum, galiba ikinci sınıfın Şubat tatilinde olacak, rahmetli amcaoğlu Ruhi Bey’in elinde Fikir ve Sanatta Hareket dergisini gördüm.

Artık bir Nurettin Topçu hayranı olmuştum. Çünkü bir ahlâk âbidesi idi, bir sanatçı aynı zamanda, mazlumun âhını zâlimde koymayacak bir savaşçı, bu savaşı ruh cephesinde sürdürecek bir derviş… (…) Dergiyi bir gün Orhan Okay Bey‘in masasında da görmeyeyim mi?

Birden onu bir baba, bir ağabey, bir davâ arkadaşı, bir sırdaş, bir gönüldaş olarak algıladım. İçim ısındı. Heyecanlandım.

Oysa hocamızdı, kendisine saygı duyardım. Ders verişine, konuşmasına, öğrencilerle ilişkisine. Bir ayrıcalığı vardı elbette. Ama bu öyle değil. Çok konuşkan biri değilimdir. Hattâ sıkılgan. Ama nasıl oldu anlamadım. Dergi üzerine konuşmaya başladım. Hem de ne konuşma. Dergiyi eleştiriyorum, içinde resim-desen olmadığını, mizanpajının soğuk olduğunu, gençlere seslenmediğini falan. Böyle yağmur gibi dökülüyorum. Mütebessim dinledi beni. İçimdeki ırmağı gördüğünü anladım. Birlikte aynı denize akıyorduk besbelli. Ama ben… Ben henüz mecrasını bulamamış bir deli çay idim. — Madem o kadar söyleyecek sözün var, bekle biraz. Dergiyi çıkaran arkadaş (Ezel Erverdi) burada, onunla konuşursun dedi… Çok geçmedi Ezel girdi içeri. Kıvırcık saçlı, ortadan uzunca boylu, beyaz tenli, tombulca biri. Konuşurken gözlerinin içi gülüyor. Bizi Orhan Bey tanıştırdı. Derbeder hayatıma bir yön verdi. Beni bu günlere ulaştıran kaderin en mühim menzili oldu. Ezel’le çıkıp Hemşin Pastanesi’ne gittik. Ben pek hatırlamıyorum ama, Ezel kendisine de yüksek perdeden bir nutuk attığımı söylüyor. Neticede “Eh madem resim, desen diyorsun, yap da basalım” demişti. Ve yaptığım desenlerden biri Hareket‘in kapağında çıktı. Nurettin Topçuların, Ali Nihat Tarlanların, Mehmet Kaplanların, Orhan Okayların yazdığı bir derginin kapağı… O gece hiç uyumadım. Yine Abdülkadir ile birlikte parkta sabahladık…

Neden ve niçin yazdığımı hatırlamıyorum. İlk yazdığım hikâye O ismini taşıyordu ve aynen resimlerim gibi hiçbir engele takılmadan Hareket‘te çıktı. Artık her yazdığımı Orhan Bey’e gösteriyor, sonra dergiye gönderiyordum. Orhan Bey kalbimin kapılarını açmış, dilimin bağını çözmüştü. Ve bir süre sonra: — Artık benim görmeme gerek yok, ne yazarsan gönder dedi… Böylece sonsuzluk kervanına katılmış oldum. En arkada, düşe-kalka… Şüphesiz bir rüya idi bu… Hâlâ devam ediyor… “

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked