“Hak için halkın hepsinde zuhûr vardır.”

 

Muhyiddin İbnu’l-Arabî‘nin ünlü eserlerinden biri olan Fusûsu’l-Hikem‘in dört cilt olarak Türkçeye çevrilmiş ve şerh edilmiş kitapların I. Cildinden ( Tercüme ve Şerh: Ahmed Avni Konuk, Yayına Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mustafa Tahralı– Dr. Selçuk Eraydın; M.Ü. İFAV, Yedinci Baskı Nisan 2017) yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İbnu’l-Arabî hakkında, gerek tasavvuf ehli arasında, gerekse diğer dînî çevrelerde müsbet-menfî pek çok söz söylenmiş, bazı fikirleri ve görüşleri münâkaşalara sebep olmuştur. Bir yandan aynı fikirleri taşıyan veya onun fikirlerini benimseyenler, diğer taraftan muârızları (onun fikirlerine karşı olanlar) birçok eserler yazmışlardır. Fusûsu’l Hikem şerhleri eserin anlaşılması için yazılmış olmakla beraber, İbnu’l-Arabî’nin fikirlerinin müdâfaası ve muârızlarına bir cevap mâhiyetini de taşımaktadır. Şerh okunduktan sonra görülmektedir ki, bazı îtiraz ve tenkitler fikirlerinin anlaşılmamasından ileri gelmiştir. (…)

Türk-İslâm düşüncesi göz önünde tutulduğu takdirde, özellikle XVI. asır ortalarına kadar, entelektüel tasavvuf ve ilim çevrelerinde İbnu’l-Arabî’nin benimsendiğini, büyük mutasavvıf ve âlimlerin aynı düşünceleri ifade eden eserler telif ettikleri görülür. Bunlar arasında İbnu’l-Arabî’nin talebesi Sadreddin Konevî (673/1274)’den başka Dâvûd Kayserî (751/1350) gibi Fusûs şârihlerinin, Molla Fenârî (838/1435), İbn Kemâl (940/1533) gibi âlim mutasavvıfların, İsmâil Rusûhî Ankaravî (1041/1631) gibi Mesnevî şârihlerinin, Rûhu’l Beyân isimli büyük tefsîrin sâhibi İsmâil Hakkı Bursevî (1137/1725) ve şeyhi Osman Fazlî İlâhî (1102/1691) gibi mutasavvıf âlimlerin isimlerini anabiliriz.

İsmâil Hakkı Bursevî’nin İbnu’l-Arabî hakkındaki muhtelif çevrelerden yapılan tenkitlere dair görüşlerini ifade eden aşağıdaki şu cümleleri, bu konuda verilen cevaplardan biri olarak mütalâa edilebilir: “Şeyh-i meşâyihi’d-dünyâ Şeyh Muhyiddîn el-Arabî (kuddise sırruhû) hakkında, bazı akvâlinden (sözlerinden) ötürü ihtilâfa düşmüşlerdir. Velâkin eğer ol akvâlin hakayıkı (gerçekleri) yüzünden perde münkeşif (açılmış) olup netîcesine erseler ve cemâl-i hakîkati (hakîkat güzelliğini) görselerdi, kıyl ü kal (dedikodu) etmezler ve Ehl-i hâlin (hâl ehlinin) hâline itaat edip münkad olur (boyun eğer) ve ol manâya secde kılarlardı. Ve anılan Şeyhde ahadiyyet manâsı vardır ki, her ne kadar velâyet (velîlik) defterine kayd olmuş evliyâ (velîler) var ise onun tahte’l-livâsındadır (bayrağı altındadır). Ve onu inkâr eden kimsede velâyet hakikati yoktur. Nitekim bazı keşifler ehlinden dahi ta’n (ayıplama) vâki olmuştur. Velâkin keşfi dürüst olmadığındadır. Ve aslında anılan şeyhin tarafından ona nefîs nefes nefh (üfleme) olunmadığındandır. Eğer menfûh (nefh olunmuş) olaydı, Şeyh ile birliğe yeterdi; ve onun nefesi şeyh nefesine mutâbık gelirdi; ve velâyet mertebesinde neticeye erip zâhir ve bâtın işi biterdi.” (İsmail Hakkı Bursevî; Kitâbü’n-Netîce / Bu kitap Bursevî’nin hayatının son yıllarında yazdığı bir eserdir.)

Fusûsu’l-Hikem‘le ilgili birkaç meseleye geçmeden önce daha genel bir konuya burada kısaca değinmek istiyoruz. İbnu’l-Arabî Fusûs‘unda İlâhî şerîatların dili, Hak’tan söz açtıkları vakit,onu ancak avâma karşı ilk kavram olarak ve havâssa karşı da o lafız, hangi dilden olursa olsun, o dilin yapısına göre, o lafzın çeşitli manâlarından anlaşılan diğer bir kavram üzere söylerler cümlesiyle Kerîm Kur’ân’ın, diğer ilâhî kitapların ve peygamberlerin, özellikle Allah hakkındaki ifadelerinde, ilk bakışta anlaşılan manâdan başka manâlar da taşıyan bir üslûb kullandıklarını A.Avni Konuk Bey burada ifade edilen fikri şöyle açıklamaktadır: “Allah tarafından nâzil olan şerîatlar Hak hakkında bir şey söylediği vakit öyle lafızlar ile söyler ki, kavminin hepsi o lafızları işittiklerinde, ilk bakışta anlaşılan manâları, tevil etmeksizin, zâhiri üzerine alırlar. Zîrâ Hakk’ın hitâbı umûmadır. Bununla beraber bir peygamberin umûma söylediği o lafızların, o lisânın yapısı itibariyle, muhakkıklar, muvahhidler ve zâhir ulemâsından her bir zümreye nisbetle, özel kavramları, birçok vecihleri ve sayısı çok manâları vardır. Hadis-i şeriflerde de Kur’ân’ın zahrı, batnı, haddi ve matla’ı vardır ve yine Kur’ân yedi batın üzere nâzil oldu buyururlar..

Zîrâ Hak için halkın hepsinde zuhûr vardır. Dolayısıyla kavramın cümlesinde zâhir olan O’dur. Her bir fehimden bâtın olan da O’dur. Ancak ‘Muhakkak âlem O’nun sûreti ve hüviyetidir; ve o, Zâhir ismidir’ diyen kimsenin fehminden bâtın değildir. Nitekim Hak, manâ cihetiyle, zâhir olan şeyin rûhudur. Böyle olunca Hak, bâtındır; bundan dolayı Hakk’ın, âlemin sûretlerinden zâhir olan şeye nisbeti, müdebbir rûhun (tedbirli rûhun) sûrete nisbeti gibidir.

Yani halk dediğimiz şeyler, Hakk’ın zâtî şuûnâtı (hâdiseleri) olan isimlerinin mezâhiri (mazharları / zuhûr yerleri) olduğundan Hak, bunların kâffesinden (cümlesinden) zâhirdir; ve onların vücûdu (varlığı) mutlak vücûdun (varlığın) taayyün ve takayyüd (belirme ve bağlı/kayıdlı olma) kisvesine bürünerek zuhûr etmiş olmasından başka bir şey değildir. Bağımsız varlık ile izâfî varlık hep Hakk’ın varlığından ibâret olunca, halk dediğimiz müteayyinâtın ( belirmişlerin) ve mukayyedâtın (kayıdlıların/bağlıların) zihnî kavramlarında görünür olan da Hak olmuş olur. Bundan dolayı Hak, her mevcûd ve melfûzda (telaffuz olunanda) ve her bir kavram ve melhûzda (düşünülende), herkesin istidâdına göre zâhir olup bir özel hitâb ile hitâb eyler. Mesnevî: Tercüme ve îzâh: Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de Ben o kuluma şah damarından daha yakınım. (Kaf, 50/16) buyurdu. Sen ise bundan gâfil olup tefekkür okunu uzağa düşürdün; yani Hakk’ı kendi nefsinde değil, âfâkta (ufuklarda) aradın. Ey okunu ve yayını düzenlemiş, akıl ve zekâsını diğer ilimler ile mahmûl (yüklü) kılmış olan kimse, av yakındır. Hâlbuki sen okunu uzağa atmışsın.

Hak her fehimden zâhir olduğu gibi, her bir fehimden bâtın olan da yine Hak’tır. Yani anlayışı sınırlı olan kimselerin istidâdlarının yetişmediği kavramlar ile bâtındır; fakat bu bâtınlık fehmi sınırlı olanların fehimlerine göredir. Yoksa Âlem Hakk’ın sûretidir ve hüviyetidir; ve âlem Hakk’ın Zâhir ismidirdiyen ve bunun böyle olduğunu zevk olarak bilen kimsenin fehmine göre bâtın değildir. Çünkü böyle bir zât-ı şerîfin fehmi sınırlı değildir. Bu zât-şerîf, âlem, Hakk’ın zâtı itibariyle değil, belki Zâhir ismi ile takayyüdü (kayıdlılığı) ve taayyünü (belirliliği) itibariyle sûreti ve hüviyeti olduğunu bilir. Zîrâ o, Hakk’ı mazharların tümünde müşâhede eder. Nitekim Ebû Yezîd (k.s.) buyurmuştur ki: Otuz yıldan beri Allah ile tekellüm ederim (konuşurum). Hâlbuki nâs (insanlar) kendileriyle tekellüm ederim zannederler.

Bilinsin ki, esmâ (isimler) zât-ı Hakk’ın şuûnudur (işleridir/ olaylarıdır); ve Hak işleri, hâdiseleri ise onun zâtının aynıdır (hakikatidir); ve Zâhir de onun ismidir ve Zâhir ismi âlemin zuhûrunu gerektirir. Zîrâ isim bir mazhar(zuhur yeri) olmayınca zâhir (görünür) olmaz. Bundan dolayı Hak âlemin aynı (hakikati) olması itibariyle, âlem Hakk’ın sûreti ve hüviyeti olur.”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked