‘Tarih’ konulu Açık Oturum’dan…

 

2 aylık düşünce dergisi Teklif” de (Ocak 2024 / sayı 13) Ahmet Ayhan Çitil, İbrahim Halil Üçer, İhsan Fazlıoğlu, Ömer Türker ve Tahsin Görgün’ün katıldığı Açık Oturum’dan yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

Görgün: “(…) Tarihin kendisi, kendi başına önemli bir konu olmakla birlikte bizim bugün tarihle ilgilenmemizin özel bir sebebi daha kendisini gösteriyor: Bugün mevcut tarih anlatılarıyla alâkalı ciddî huzursuzluklarımız var. Bunların en önemli sebebi, yaygın tarih anlatısının hakikatle irtibatının kopması noktasında ortaya çıkıyor. Son iki yüzyılda Batılılar, yeryüzünü sadece askerî ve siyasî olarak istila etmedi; insanlığın geçmişi de istila edildi. Fizikî istila, toplumları ve sınırları değiştirirken; tarihin istilası, geçmiş anlatısında esaslı bir tahrif olarak gerçekleşti. Bu tahrif, bizi ister istemez tarihle, tarih anlatılarıyla ciddî bir şekilde yüzleşmeye, bu anlatıları eleştirel bir şekilde müzakereye sevk ediyor. Şunu özet olarak ifade edebilirim: 19. yüzyıl ve sonrasında, ideolojiler, dini ikâme etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Ama ideolojiler, din ile ilgili söylemlerde çok büyük tahriflere sebep oldular. Diğer taraftan tarih kurgusu da metafiziği ikâme etmeğe teşebbüs etti. Dolayısıyla metafiziğin tarih anlatıları yoluyla ikâme edilmeğe çalışılması, günümüzdeki birçok ‘sorun’un esasını teşkil etmektedir. Bunu nerede görüyoruz? Bugün biz nereye yönelsek karşımıza engel olarak bir tarih anlatısı çıkıyor: Tabiata yöneldiğimizde kozmoloji, karşımıza tabiat tarihi anlatısı olarak çıkıyor. Aynı durum siyaset, ahlâk, hukuk, sanat, düşünce, felsefe, kısacası bütün alanlarda karşımıza çıkıyor. Yani hangi alana girersek girelim, herhangi bir alanda sahih bir şey yapmağa yöneldiğimizde önümüze engel olarak bir tarih anlatısı çıkıyor. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz: 19. yüzyıl ve sonrasında oluşturulmuş tarih kurgusu, her şeyi yerinden etti. İnsanlık, başta ahlâk, hukuk, siyaset, bilim olmak üzere hemen her alanda bir istikâmet kaybı yaşadığı gibi insanlığın kendi geçmişini kavrayışı yönünde de esaslı bir istikâmet kaybı gerçekleşti. Bu istikâmet kaybına bağlı olarak da bir tarih sorunuyla karşı karşıyayız. Yani o zaman şunu söyleyebiliriz: bir defa geçmiş tasavvurunu, şu andaki hâkim geçmiş tasavvurunu tashih etmeden (düzeltmeden) günümüzdeki sorunları sahih bir şekilde teşhis edemiyoruz, bu bir. İkincisi, hem kendimize hem de insanlığa tahrif edilen (bozulan) geçmişini yeniden vermek zorundayız; dolayısıyla geçmişi nasıl olduysa öyle kavramanın makul yollarını hatırlamak, keşfetmek ve makul bir şekilde geliştirmek, kısaca tarihi hakikatle yeniden irtibatlandırmak gibi bir vazifemiz var.” Fazlıoğlu: Tahsin hocaya, izniyle, söylediklerini üç başlık altında toplamak istediğini ifade ediyor. Birincisi, tarih ile zaman anlayışı arasındaki ilişki. Yalnız zaman derken sadece astronomik, kozmolojik zamanı kastetmediğini, zaman anlayışını değerlerle de irtibatlandırdığını belirtiyor. Özellikle İbrâhimî geleneklerin, dün, bugün ve yarını değerlerle ilişkilendiren başlangıç, şimdi ve bitiş anlayışını. Elbette bu anlayışın hem Hıristiyanlık hem İslâm açısından farklı yorumlanma biçimleri olduğuna vurgu yapılarak. Kısaca, ‘zaman’ kavramı, anlayışı, her neyse, üzerine biraz konuşmak gereğine değiniliyor. İkincisi, tarih makûl / intelligible bir hâle dönüştürülebilir mi? Yani tarihin bir makuliyeti var mı? Ki bu da tarihin bir anlamı var mı? demektir.

Türker: Bu üç başlığa modern dönemde çok tartışma konusu olan bir meseleyi daha ilave edebiliriz: Tarih, asıl itibarıyla inşâî bir şey mi? Tabii bu aynı zamanda tarihte yöntem ve usûl meselesiyle de yakından ilişkili. Eğer Tarih, insanların ulaşabildiği malzemeyi kendi arzuları doğrultusunda dilediği gibi inşâ edebildiği bir şey ise eleştiri zemini yok demektir. Dolayısıyla bunu da dördüncü başlık olarak ekleyip adım adım konuşalım hocam.

Fazlıoğlu: Yani geçmişin ne zaman tarihe dönüştüğünü sorgulamak… Çünkü hayvanın da bir geçmişi var; evrenin de… Ama biz geçmişi tarihe dönüştürüyoruz. Bu dönüştürme, temeddün ( medenîleşme) kavramıyla da çok ilgili… Bunun da üzerine kafa yormak gerekiyor. Yeryüzünde herhangi bir milletin geleceğini tayin etmek için öncelikle geçmişini belirlemek, tanımlamak gerekir. Diyoruz ki, yeryüzünde olup bitenlerin bir makûliyeti var; yani intelligible (makûl) bir tarafı. İbn Haldun’la birlikte tarihî olgu ve olaylar nedenlenmeğe başlıyor. Bizim garîzî akıl dediğimiz fıtrî bir yetimiz var. Bu yetiyle beşerden insana geçiş yapıyoruz. Süreç içinde bu yetinin bir uzantısı olarak mükteseb akıl yani bizâtihi her türlü bilgi küresi oluşur. Soru şu: Bu dünya bir nedenler hiyerarşisine sahip mi. İbn Haldun var diye yanıt veriyor ve Mukaddime‘sinin dibâcesinde (önsöz’ünde) İnsanlığın bilgi genişlettim diyor. Çünkü manevî dünyada olup-bitenlerin tabiatları, illetleri, örüntüleri ve tekrarlar olduğunu, dolayısıyla makul hâle getirilebileceğini gösteriyor. (…)

Üçer: Belki bu inşâ meselesi etrafında, kronikçilik ile tarihçiliği birbirinden ayırt etmek gerekiyor. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked