Ömer Türker’in “Adâlet Üzerine” başlıklı yazısından…
O yazı, 2 aylık düşünce dergisi Teklif’te (Eylül 2022) çıkan bir yazı idi; birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Metafizikçi filozoflar adâleti, her bir mevcudun kendi kâbiliyetine göre varlıktan pay alması anlamında kullanır. Buna göre Tanrı’dan gelen varlık anlamı, tüm mevcutlara onların kâbiliyetlerine uygun şekilde yani hak ettikleri miktarda dağılır, böylece her şey kendi hak ettiği yere konulmuş olur.” (s. 94)
“Kendi aralarında adâlet ve zulmün tanımı husûsunda kimi zaman ciddî sınırlara ulaşan farklılıklar bulunsa da genel olarak Mu’tezile kelamcıları, Allah’ın fiillerinin tamâmının tanımlanan anlamda âdil olup zulümden arınmış olduğunu düşünür. Onlara göre adâletin ilâhî ve insânî seviyedeki tanımları arasında fark yoktur. İlâhî seviyede adâlet her şeye hakkını vermek değildir. Zîrâ hiçbir yaratılmışta yaratılışın başlangıcı itibariyle hak edilmiş bir varlık payı yoktur, yaratılış baştanbaşa lütuf ve ihsandır.” (s. 96)
” (…) İrade ve kudret sıfatının karşılığı ise insânî fâilin bilgi ve ehliyeti doğrultusunda yapacağı fiili tercih edebilmesi ve yapabilecek güce sâhip olmasıdır. Bu demektir ki, insanın yapacağı fiili bilmesi anlamında ehliyetin, tercih edebilmesi ve yapabilmesi anlamında da özgürlüğün olmadığı yerde adalet de olamaz. Bu bakımdan mihne vakası, Mu’tezile’nin kendi adâlet anlayışını ihlâl ettiği elîm bir hâdise olarak tarihe geçmiştir.” (s. 97)
“Eş’arîlere göre adâlet ve zulüm gibi kavramlar, bir sınır ifade eden, dolayısıyla da bir sınır belirleyiciyi gerektiren kavramlardır. Allah’ın üzerinde karar veren ve kural koyan bir mercii olamayacağından Allah’ın fiilleri için adâlet ve zulüm gibi nitelemeler, özünde mecâzîdir. Bu sebeple de ilâhî fiiller kelimenin hakîkî anlamıyla adâlet ve zulüm olmakla nitelenemezler. Allah mutlak olarak kâdirdir ve yarattığı bu âlemde dilediği tasarrufta bulunabilir. Bu durum, Allah-insan ilişkisi için de geçerlidir. Hanefî-Mâtürîdî kelamcılar ise Allah’ın hikmet sıfatına sahip olduğunu, bu sıfat nedeniyle O’nun zatından kaynaklanan tüm fiillerin adâlet olabileceğini, hikmetsiz olmak anlamında sefeh (akılsızlık) ve zulümle kesinlikle nitelenemeyeceklerini söylemiştir. Böylece Hanefî- Mâtürîdîler, ilâhî fiillerin adâlet ve zulme konu olacağını ama Allah’ın zâtı gereği âdil fiiller yapacağını söylemişlerdir. Fakat her iki gelenek de Allah-insan ilişkisinin ana kavramının adâlet olmadığı kanaatine vararak ulûhiyet mertebesiyle herhangi bir yaratılmışın ilişkisinin merkezinde lütuf ve rahmetin yer aldığını düşünmüşlerdir. (…)
İslâm düşünce geleneğinde Sûfilerin yaklaşımını da esas itibariyle Eş’ârîlerle aynı çizgide değerlendirmek mümkündür. Sadece İbnü’l-Arabî, filozofların yaklaşımı ile Eş’arîlerin yaklaşımını mezcetmiş, Eş’ârî-Sünnî geleneğin açıklamasını ilke, filozofların yaklaşımını açıklayıcı teori kabul ederek tasavvufun tefekkür ve yorum alanını genişletmiştir. Bir bütün olarak dinî düşünce gelenekleri, bu dünyayı ve hayatı Allah’ın kulu imtihanı için bir vasat olarak değerlendirdiğinden herkesin hak ettiğini alması anlamında bir adâlet kavramının dünya içre geçerli olmadığını, adâletin ancak karar günü olan âhirette tam manâsıyla tahakkuk edeceğini düşünür. Fakat âhirette tahakkuk edecek adâlet de rahmet ve lütfun bir parçasıdır ve insanlar hak ettiğinden ziyade ilâhî rahmetten muhtelif seviyelerde pay alacaktır. Tam da bu sebeple insânî varlık alanına uzanan boyutu olsa da metafizik mesele olarak adâleti ele almak ve insanın kendisi ve diğer insanlarla ilişkisinin tartışıldığı bir mesele olarak adâleti ele almak oldukça farklı yönlere ve sonuçlara sahiptir. (…)”
No Comments