“İbn Arabî’yi Niçin Severim”
Prof. Dr. İsmail Kara‘nın “TÜRKİYE’DE İSLÂMCILIK DÜŞÜNCESİ 2 Metinler Kişiler İlaveli 4. Baskı dergâh yayınları” kitabının ‘İBN ARABÎ’Yİ NİÇİN SEVERİM‘ başlıklı Mehmed Ali Aynî’nin Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim, s.47-53 (1341-1339). yazısından yapacağım bazı alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
İnsan
İbn Arabî Fusûs‘unda ilâhî hikmet’i Âdemî kelimeye tahsis ediyor. Niçin? Zira mahlukat içinde en son yaratılmış olan Âdem’dir. Jeoloji ( arz ilmî) haber veriyor ki dünyada başlangıçta hayat yoktu. Hayat belirtileri görülmeye başladığı zaman, önce basit bazı bitkiler, bitkilerin türleri yetiştikten sonra hayvanların en basiti ortaya çıkmış; yani kolsuz, ayaksız, gözsüz, midesiz bazı şeyler. Bir tarih-i tabiî müzesine girince mahlukat silsilesinde basitten mürekkebe, nakıstan mükemmele doğru olan seyir ve terakkî pek bâriz bir şekilde görülür. Bu pek uzun tekâmül devirleri içinde nihayet zamanı gelince ve muhit, gerekli ve müsâit şartları elde edince insan ortaya çıkmış. Yani iradeli hareket eden, hisseden, olayların sebeplerini düşünerek tabiatın kanunlarını keşf edebilen mahlûk, varlık alanına çıktı. Fakat o ana kadar cansızlar, bitkiler ve hayvanlar hepsi tabiatın zebunu (zayıf, güçsüz, âciz) ve mağlubu oldukları halde onlardan pek bâriz bir derecede seçkin olan bu yeni mahluk (insan) derhal tabiata tasarrufa başlamış. Toprağı işlemeye, hayvanları zaptetmeye ve emri altına almaya; suları, rüzgârları, ateşi ve daha nice tabiat kuvvetlerini kendi emri altında istihdam etmeye, muhtelif eşyayı bir araya getirerek yeni yeni cisimler meydana getirmeğe muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetin hududunun olmadığına, bugün binlerce kilometre mesafeden, arada hissî ve maddî diyebileceğimiz vasıta olmaksızın fikir alışverişi ve konuşma yapmanın gerçekleşmesi yeterli delildir.
İnsan bütün bu muvaffakiyetlerini, sahip olduğu düşünme kabiliyetine borçludur. Kısaca insanın tabiata tasarruf tahakkümünü temin eden düşünme gücü, Allah’ta toplu ve gizli olarak var olan sıfatların insan fıtratında toplu olarak ve acık bir şekilde ortaya çıktığını da gösteriyor.
Şeyh-i Ekber hazretlerinin insanı, Allah ile varlıklar arasında kevn-i câmi, berzah-ı câmi (toplayıcı varlık- berzah) sayması bu sebeplere dayanır. İşte insanın büyük ve şerefli haysiyeti bu noktada bulunmaktadır.
İnsanlık
Şeyh-i Ekber’in önem verdiği meselelerin en mühimi ve en önde geleni insanlıktır. Çünkü “insanın ruhanî ve manevî hüviyeti, ilâhî hüviyetidir” diyor. Ben şeyhin bu konuda ileri sürdüğü görüşleri okudukça zihnim ister istemez Ogüst Kont’a gidiyor. Niçin? Biliyoruz ki Kont pozitivist felsefenin kurucusudur. Bu sebeple metafiziği bilmek istemezdi. Fakat acaba ne oldu ki bu büyük filozof hayatının son günlerinde hidâyet mi diyeyim, garip fikir değişikliği ve geri dönüş mü nedir bilmiyorum, birdenbire ‘insanlık‘a ibadet etmek fikrini telkin etmeğe başladı. Ve bu ibadet için âyinler bile talim etti. Fakat onun başka metodlarla ulaştığı neticeye bakarsak bu, Muhammedî irfânın vârisi İbn Arabî’nin sahih keşf ile ulaştığı hakîkate nisbetle ne kadar sönük duruyor! Kont için bundan daha ağır bir tâbir de kullanabiliriz. Zira pozitivizm felsefesi insanı yalnız şimdiki hayatı içinde gözönüne alıyor. Oysa bu araştırma tarzı insanın geçmişine ve geleceğine bakmaya engeldir. Bu cihetledir ki müelliflerden Leon Denis bu araştırma metodu için, “akim ve hatalı yol, sanki basiret gözleri kör olanlar için yapılmış. Öyle olduğu halde bu metodu, pek yanlış olarak şimdiki düşüncenin en güzel bir zaferi şeklinde ilan ettiler” diyor. Hazır sırası gelmişken Şeyhimizin yüksek bir görüşünü aşağıya ilâve edeyim:
Bazı kimseler niçin Eşyaya (şeylere) ibadet etmiş yahut bazı kimseler niçin Tanrılık iddiasında bulunmuş?
Şeyh-i Ekber insanın aslî fıtrat ve neş’etini tetkik ettikten sonra söyle diyorlar: “İnsan rubûbiyet (rablık) ve ubûdiyet (kulluk) sıfatlarına birlikte sahip olduğundan bazı insanlar kendilerinde buldukları rubûbiyet kudretini kendilerine isnat ederek yanılmışlar ve Firavun gibi ‘Ben sizin en büyük rabbinizim‘ (Naziat, 79/24) iddiasına düşmüşler. Bazıları da yine bu kudret sebebiyle nefislerini bırakmak ve onun gerçek sahibini bilmekle beraber ya (Hallac-ı) Mansur gibi ‘Ene’l-Hak‘ veya Bayezid Bistamî gibi ‘Sübhânî ma a’zame şanî‘ (Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir) demişler. Ancak Firavun’un ‘ben’ demesiyle Bistamî’nin ‘ben’ demesi arasında büyük bir fark vardır.
“(…) İbn Arabî, herkesin Allah’ı kendi aklınca bir türlü tasavvur ettiğinden dolayı nasıl birbirlerini inkâr ve tekfir ettiklerini gayet ârifâne bir tarzda tetkik ettiği halde, onun şu yüce fikirlerini niçin takdir edemediklerine şaşılır. (…)” (Mehmed Ali Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim, s.47-53 (1341-1339).
No Comments