“Bir İsmin Müsemmâsı”

 

Prof. Dr. İLHAN KUTLUER’in felsefî gök kubbemiz isimli İZ Yayıncılık’tan 2017’de İstanbul’da çıkmış bu kitabının Bir İsmin Müsemmâsı başlıklı bölümünden yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.

“İslam felsefesinin neliği etrafındaki tartışmaların alacakaranlığına biraz ışık tutabilmek ve bu yönde zihinsel bir çerçeve teşkil etmek için son derece basit terminolojik şemaya müracaat edeceğiz: İslam x Felsefe x Tarih. İslam felsefesi tarihi alanına ismini veren üç terim. Bu terimleri uygun bir referans çerçevesi içinde yan yana getirebilmeyi ne ölçüde başarabilirsek, İslâm felsefesi tarihi çalışma alanını efrâdını câmi ağyârını mâni (aynı özelliğe sâhip olanların hepsini içine alıp farklı olanları dışarıda bırakan) şekilde sınırlamamız ve bu istikamette önerilerde bulunmamız o derecede mümkün olacaktır

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki İslâm felsefesi teriminde İslâm geçiyor olması bazı kafa karışıklıklarına sebep olmaktadır. Bunu aşmak için -özellikle akademik araştırmalarda- İslam’ın iki anlamda kullanıldığı hatırlanmalıdır. Din olarak İslâm, medeniyet olarak İslâm. Din olarak İslâm ilahî kaynaklı, ilkeleri sâbit, tarih-ötesi ve evrensel olan Kur’an vahyinde ve onun nebevî örnekliğinde ifadesini bulur. Buna karşılık medeniyet olarak İslâm, Müslümanların, esasları Kur’ân ve sünnet’te bulunan hakikat öğretisinin kurucu idealleri istikâmetinde ve zaman-mekân şartları içindeki yürüyüşünün tarihsel, beşerî ve birikimsel tezâhürüdür. İslam medeniyeti tarihinde ilmî faaliyet bir bakıma İslâm’ın bu iki anlamına uygun olarak iki bakış açısını gerekli kılmıştır. Bunlardan ilki din olarak İslâm tasavvurundan hareket eden, onun temel metinlerini (nasslarını) mevzû, mebde (ilke, ilk unsur) ve mesele edinen, bu metinlerde ifadesini bulan itikad, ahlâk, hukuk ve ibadet değerlerini hayata geçirmek gayesindeki şer’î ilimlerdir. Bunları tefsir, hadis, fıkıh ve kelam ilimleri şeklinde sayabiliriz. Tasavvufî bilgiye gelince, ‘marife’nin (anlamı ve kavramı belirtilmiş sözün) bir ilimler (ulûm) sisteminde metafizik ve/veya ahlâk öğretisi olarak mevki kazandığı her durumda, bazı klasik tasniflerde rastlandığı gibi tasavvufu da şer’î ilimlere eklemeliyiz. Elbette bu ilimler oluşum ve gelişimleri itibariyle tarihsel bir süreç içinde dinî esaslar, tarihsel sorunlar ve aklî deneyimlerin diyalojik ilişkisiyle kendi birikimlerini üretmişlerdir. Bununla birlikte temel konusu, referansı ve meselesi nass (açıklık) olduğu için metodolojik açıdan bu ilimler klasik gelenekte şer’î /dînî/naklî/ vaz’î sıfatlarıyla nitelenmiş olup günümüzde yaygınlaşan kullanımda ise İslâmî ilimler olarak anılmaktadırlar. Gerçi araştırma yöntemleri belli ve bu yüzden ilim adını almayı hak etmiş ilmî çalışma alanlarının hepsi özünde ‘İslâmî’dir, İslâmî bir değer taşır ancak ilimlerde şer’î olan / olmayan ayırımına gidilmiş olmasının metodolojik anlamı bu yazının konusu değildir.

Şer’î ilimler içinde kelâm ilminin sadece dinî itikadın formülasyonu, temellendirilmesi ve müdafaası olmakla kalmayıp bu işini yaparken teşekkül döneminden beri başvurduğu felsefe metinlerinin etkisiyle bir kozmolojik teoriye ulaşmak istediği ve hattâ giderek bir dinî metafizik olmaya yöneldiği bilinmektedir. Tasavvuf söz konusu olduğunda da bu manevî gelişim disiplininin bazı geç dönem üstadları da psikoloji, ahlâk ve metafizik söylemlerinde felsefenin dilini kullanmaya başladığı ve giderek tasavvufu bir metafizik ilmi olarak kurmaya yöneldiği gözlenmektedir. Bu açıdan bakılırsa şer’î ilimler kategorisindeki bu iki disiplinin felsefî diyebileceğimiz entelektüel boyutlara sahip olduğu açıkça görülecektir. (…) Şu halde İslâm felsefesi çalışmak medeniyet olarak İslâm’ın başlıca entelektüel tezahürlerinden birini çalışmak demektir.

İkinci terime, yani felsefe terimine gelindiğinde mümkün bazı önyargıları peşin olarak izale etmek adına şunu hemen belirtelim ki İslam felsefesi teriminde İslâm geçiyor olması onu teknik anlamda ‘dinî’ yahut ‘şer’î’ bir disiplin kılmaz. Teknik anlamda derken felsefî ilimlerin klasik gelenekteki köklü bir ıstılah olarak din ilimleri (ulûmü’d-dîn, el-ulûmu’ş-şer’iyye) kategorisine dâhil edilmediği bir kez daha hatırlatılmış olmaktadır. Yoksa bizâtihî felsefe yapma etkinliğinin yahut felsefî disiplinlerle meşgul olmanın aklî erdemini dinimizin değerleri açısından tartışmaya açmak istiyor değiliz. Vurgulamak istediğimiz şudur: İslâm felsefesi tamlamasındaki İslâm terimi İslâm medeniyeti, İslâm toplumu anlamınadır ve esas itibariyle İslâm diyarının vatandaşı olan -bazıları gayri müslim- öznelerin medenî bir toplumda yaşıyor olmanın imkânlarını kullanarak tarih sahnesinde sergilediği felsefî faaliyetin tamamını ifade eder. Nitekim Batı dillerinde, mesela İngilizce’de kullanılan lslamic Philosophy tabiri İslâm medeniyetindeki din ilimleri geleneğini ve Batılı tabirle söylersek dinî teolojiyle özdeşleşen bir düşünme tarzını ifade etmez. (…) Felsefî ilimler kendi başına ve kendi özüyle bir değer ifade etmiştir, eder; ayrıca gelenekte de kendisini şer’î ilimlerin alternatifi yahut rakibi olarak tanımlamış, konumlandırmış değildir. Dinî ilimler karşısında kendini ifade etmeğe çalıştığı mesele esasen metodolojiktir ve geliştirmek istediği bilimsel nitelikli burhan teorisini öteki fikrî yaklaşımlardan ayırt etmekten ibarettir. Ana akım filozofları, şer’î ilimleri işlevsel anlamda destabilize ederek onların yerine kendisini ikame etmek istemiş falan da değildir. Nitekim Otrar’lı filozof Fârâbî’nin her türlü dünya görüşü ve/veya hayat tarzı şeklinde kavradığı millenin zuhûru ve akabinde mille ilimlerinin gelişimi teorisine bakıldığında, medîne-ulûm-mille üçgeninde dinî olana nasıl evrensel bir din felsefecisi gibi yaklaştığını, tıpkı medîneler için yaptığı gibi erdemli olan ve olmayan milleleri açıklıkla tefrik ve tavsif edip (ayırıp, vasıflayıp) nasıl aynı mille kavramı içinde tanımladığını görebiliyoruz. Filozofun gerek İhsâu’l-ulûm, gerek Kitâbü’l-Hurûf ve gerekse Kitâbü’l-Mille adlı eserlerine bakıldığında millenin zuhûrundan sonra gelişen mille ilimlerinin -ki fıkıh ve kelam ilmidir- hem medenî hayat hem de medenî ilimler bağlamında nasıl vazgeçilmez bir işleve sahip olduğu fark edilebilecektir. (…) Sözün özü Fârâbî şer’î ilimlerin uzmanları hesabına rol çalmağa çalışıyor değildir. Onun bu hususta yapmağa çalıştığı şey mille âliminin teorik ve pratik açıdan felsefî ilimlerin teorik ve pratik kısımlarıyla nasıl bir metodolojik alış veriş içinde olması gerektiğini, bu alışverişin gerektiği gibi olmaması durumunda mille ilminin başına neler gelebileceğini felsefî açıdan temelendirmeğe çalışmaktır. İbn Sînâ ise Uyûnü’l-hikme adlı kısa fakat önemli eserinde işi daha da ileriye götürmüş, tabiiyyât bölümünün ilk paragraflarında amelî hikmetin ilkelerinin ilâhî şeriatlardan alındığını ve tanımlarının da en eksiksiz biçimde şerîatlarca yapıldığını ileri sürmüştür. Filozofumuza göre teorik akla düşen bu tümel ilkeleri tikel olaylara uygulamaktan ibarettir. İbn Rüşd’e gelince, bu büyük filozofun ülkesinde baş kadılık görevi yaptığını, fıkıh ilminde dedesi gibi göz alıcı bir behresi olduğunu ayrıca belirtmeğe gerek yoktur. (…)”

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked