“Necip Fazıl’ın Şiirlerinin Estetik Derinliği”

 

DERGÂH Edebiyat Sanat Kültür Dergisi Dergâh Yazıları Güldestesi (Hazırlayan: İbrahim Tenekeci, dergâh yayınları I. Baskı Ocak 2007)

Merhûm M. Orhan Okay‘ın bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden ve belirtilen kitaptaki yazısının birkaç yerinden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.

(…)

Bir tarafıyla dinî ve siyasî, diğer tarafıyla sanatkâr yönüyle karizmatik şahsiyetinde tereddüt olmayan Necip Fazıl’ın kitlelere tesiri, özellikle sağlığında, daha çok hitabetindeki ustalığından kaynaklanmaktaydı. Dergiciliğinde, bir takım siyasî konularda, spekülatif kapak yazılarında ve resimlerinde, Babıali’de çatıştığı başka yazarlarla olan münakaşalarında keskin bir polemikçi olan Necip Fazıl’ın, bu gibi şahsiyetlerin çoğunda olduğu gibi kürsülerde de ne kadar güçlü bir hatip olduğunu kendisini dinlemiş olanlar iyi bilir. Ama öldükten sonra, artık onun şahsiyetini bilmeyen, hatırlamayan yeni nesiller üzerinde bu tesirin halâ devam etmekte oluşunda şüphesiz sanatkârlığının rolü büyüktür. (…)

İlk şiirini 1923’te yayınlayan Necip Fazıl hayatının son günlerine kadar, demek ki altmış yıl şiir yazmağa devam etmiştir. Ancak şiirinin estetik açıdan asıl büyük hamleleri 1928-1948 yılları arasındadır. Bu gibi sanat meselelerinde kategorik olmak her zaman için isabetli olmasa da Necip Fazıl’daki şairlik sürecini “Kaldırımlar”, “Çile” ve “Sakarya” şiirlerini nirengi noktaları almak suretiyle onar yıllık dönemlerin hamleleri olarak görmek mümkündür.

Necip Fazıl, bildiğimiz ilk denemelerinden itibaren kendisine yeni bir şiir dili bulmağa çalışmıştır. Bu şiir dilinin özelliği, dildeki sözlük repertuarını psikolojik ve metafizik muhtevaya intikal ettirmektir. Bunun adı ‘tecrit’tir (soyutlama). (…)

Necip Fazıl, bildiğimiz ilk şiir denemelerinden itibaren kendisine yeni bir şiir dili bulma yolundadır. Bu arayışa onu biraz da mizacı zorlamıştır. O’nun gençlik yıllarından beri çok değişik bir yazar ve sanatkâr çevresinde bulunmuş olduğunu biliyoruz. (…) Abdülhakim Efendi’yi tanıyıncaya kadar, hatta tanıdıktan epey bir müddet sonra da bu bohem hayatı devam eder. Bu dönem içinde ve hayatı boyunca, bütün o tereddütlerine hatta fikrî istikrarsızlıklarına rağmen değişmeyen tarafı, mizacının bir yönü, maddeci bir dünya görüşü karşısında spritüalist bir felsefeyi benimsemesidir. (…) Daha çok küçük yaşlarda iken “meçhul semtlerden gelen ve meçhul semtlere giden meçhul şahıslara karşı anlatılmaz bir korku duyar ve kendi kendime sorardım: “Ben de büyüdüğüm zaman bunlar gibi korkmadan her tarafa gidip gelecek miyim?” diye düşünen çocukta bu sorular, bilinmeyene karşı duyulan bu tecessüs, bilinmeyeni kendinde arama eğilimini uyandıracaktır. Bu davranış tecrit dilini aramanın da başlangıcıdır. Böylece onu ilk şiirlerinden itibaren şu özellikleriyle buluruz: Sathî bir gözleme değil, derinliğe yönelmek; dış dünyaya, tabiata açılan temalarda bile iç dünyayı yansıtma vesileleri aramak; somut olanı değil soyutu anlatacak ifade tarzını yakalamak; sınırlı ve çerçeveli kalmak yerine zamanda ve mekânda sonsuza sıçramak; mevcut olanla yetinmek yerine aşkın olmak; belki bütün bu arayışları içine alabilecek bir kavramla mistiklik (İslâmî bir terim olarak tasavvuf karşılığı değil, belki tasavvufu da şamil olmak üzere üstün bir varlıkta kendi varlığını yok etmek mânasında).

Yayınlanan ilk şiirleri arasında bir on yedi yaş meyvesi olan “Akşam”, bu mistik hazırlanışın da ilk ürünü olur:

Güneş çekildi demin / Doğdu bir renk akşamı / Bu bütün günlerimin / İçime denk akşamı

Akşamı duya duya /Sular yattı uykuya /Kızıllık çöktü suya / Sandım bir cenk akşamı

Sembolist akımdan da bazı çağrışımlar uyandırabilecek bu şiirin en önemli yeniliği ilk kıtasındadır.

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked