“Türkiye’de İlahiyatların ve İlahiyatçılığın Sorunları”

 

“(…) İlk olarak askerî ve teknik alanda başlayan, ardından diğer alanlara sirayet eden kurumsal dönüşümler, klasik dönemde yüksek bilgiyi temsil eden medreselerin zamanla işlevini kaybetmesi, nihayet Cumhuriyet’le birlikte kapatılmasıyla neticelenmiştir. Bu süreç, bekleneceği üzere ciddî sorunları da beraberinde getirmiştir. Zira cebir, analitik geometri, kalkülüs, mekanik ve fizik gibi alanlarda bile Batı’daki yeni gelişmelerin 18. yüzyılın başında hatta astronomi gibi kimi alanlarda 17. yüzyılın son çeyreğinde farkına varıldıktan sonra Batı biliminin aktarılıp kurumsallaştırılması, iki yüz yılı aşkın bir zaman almıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Batı tipi üniversite kurma çabaları hız kazanmış, bu amaçla 1869’da irade-i seniyye (padişah emri / buyruğu) ile kurulan Dârülfünûn-i Osmanî 1870’te eğitime başlayıp 1873’e kadar üç yıl sürmüş, Cemaleddin Afgânî’nin bir konuşmasında peygamberliği sanat türleri arasında sayması nedeniyle çıkan itiraz ve tartışmalar üzerine kapatılmıştır. Bu kurumun müfredatında edebiyat,hukuk, genel tarih, fizik, coğrafya, matematik, mantık, fransızca, resim dersleri bulunmaktadır. Yine 1874’te bu kez Dârülfünûn-i Sultânî adıyla yeniden Batı tipi bir üniversite kurulmuştur. Bu da bilindiği kadarıyla 1881 yılına kadar devam edebilmiştir. Nihayet 1900’de Dârül-fünûn-i Şâhâne adıyla kelimenin hakîkî anlamıyla Batı tipi bir üniversite kurulmuştur. Başlangıçta edebiyat ve felsefe, matematik ve fiziern bir üniversite olarakk, ilahiyat (Ulûm-i Âliye-i Dîniyye), hukuk ve tıp (son ikisi resmî olarak bağlı değildir, tabii kolları arasında sayılmıştır) olmak üzere beş şubeli modern bir üniversite olarak tasarlanan kurum, İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla İstanbul Darülfünûn adını almış, hukuk ve tıbbı da resmî olarak bünyesine katıp resmen beş şubeli bir üniversiteye dönüşmüştür. (…) 1914’te medreselerin ıslahı projesi kapsamında İstanbul’daki medreseler, Dârü’l- hilâfeti’l-aliyye adıyla tek medrese haline getirilmiştir. (…) Medreselerin 1924’te kapatılmasıyla bu kurum da kapatılmış ama 1925’te İstanbul Dârülfünûn çatısı altında bir İlahiyat fakültesi açılmıştır. İstanbul Dârülfünûn’unun 1933 yılında İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesiyle çeşitli gerekçelerle İlahiyat fakültesi kapatılmıştır. (bkz. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Dârülfünûn”, TDV İslâm Ansiklopedisi). Böylece yükseköğretimde edebiyat ve tarih bölümleri ile İslâm medeniyetine dair tarihsel araştırmalar yapan ve öğrencisi olmayan İslâm Tetkikleri Enstitüsü dışında 1933’ten 1949’a kadar klasik İslâm mirasını teorik ve pratik yönleriyle anlama ve yorumlama becerisi kazandırmaya tahsis edilen hiçbir fakülte veya bölüm kalmamıştır. (…) Batı Avrupa’da geliştirilen kurumsal yapı ve muhtevaya uyumlu olması için ilk öğretimden doktora seviyesine kadar tüm eğitimve öğretim kademeleri yeniden kurulmuş, klasik döneme ait muhtevadan tamamen arındırılması için de Osmanlı’dan itibaren benimsenen ve Cumhuriyetle iyice keskinleşen yeni resmî ideolojinin kurumsal yapıları şekillendirmesiyle yetinilmemiş, alfabe devrimi de yapılarak fiilen okullardan mezun olan öğrencilerin klasik bilimler geleneğiyle irtibat kurmasının önü kapanmıştır. Klasik felsefî ve şer’î bilimlere yönelik ilgisiz, dışlayıcı ve küçümseyici bir tavır, resmî ideolojinin temel öğretisi haline gelmiştir. (…) Yeni eğitim kurumlarının yanı sıra artık açıklama gücüne sahip bilimsel bilgiyi temsil etmek salahiyetini kaybeden medreselerin faaliyetine devam etmesi, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar klasik aklî ve şer’î bilimlerinin yeni eğitim sistemindeki yerinin belirginleştirilmesini de zorlaştırmış hatta medreselerin kısmen ilgisizliğe terk edilmesine sebep olmuş görünmektedir. Kuşkusuz dönemin düşünür ve âlimlerinin dönüşümün fikrî seviyede nasıl gerçekleşeceği hususunda kayda değer tartışma, teklif ve teşebbüsleri olmuştur. (…) Babanzâde Ahmed Naim gibi düşünürlerin süreci yönetmeyi sağlayacak adımlar attığı görülür. İzmirli İsmail Hakkı’nın dinî inançlar alanındaki gelişmeleri, klasik kelamın duyarlılıklarıyla ele alma girişimi zikre değerdir. (…) Nihayet 1949’da Ankara Üniversitesi’ne bağlı İlahiyat Fakültesi kurulmuştur. 1959’da İmam- Hatip Okulları mezunlarını kabul eden dört yıllık İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü kurulmuş, bunu Konya (1962), Kayseri (1965), İzmir (1966), Erzurum (1969), Bursa (1975), Samsun (1976) Yüksek İslâm Enstitüleri ile Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi (1971) izlemiştir. 1982’de ise tüm bunlar İlahiyat fakültelerine dönüştürülerek bulundukları illerin üniversitelerine bağlanmıştır. (bkz. Halis Ayhan, “İlahiyat Fakültesi”, TDV İslâm Ansiklopedisi).

Türkiye’deki üniversitelerin sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi temel bölümlerinde yetişen insanların kahir çoğunluğu, klasik İslâm geleneğinin önde gelen şahsiyetlerinin teorileri bir yana isimlerini bile duyma imkânına sahip olamamıştır.

Türkiye’nin aydınları; İbn Sînâ, Fârâbî, Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, İbnü’l-Arabî gibi filozof, mütekellim ve sûfîlerin görüşleriyle ilgilenmek dindar veya muhafazakâr olmayı gerektiriyormuşçasına kendi mirasına karşı ilgisizliğiyle kimi zaman övünecek kadar bönleşmiştir. Bunun sonucu ise, üniversite kurumunun toplumsal sorunlarla irtibatının tam olarak kurulamamasıdır.” (ÖMER TÜRKER‘in Teklif isimli 2 aylık düşünce dergisinde (Mart 2023-Sayı 8, s. 114-120) çıkan, bu yazının da alıntı olarak başlığını teşkil eden yazısından alıntılamalar yapmak suretiyle oluşturulmuş bir yazı.)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked