“İyiye ve San’ata Söz Vermiş İnsan”
dergâh yayınları’ndan 2. Baskısı Nisan 2011’de çıkmış olan elimdeki kitap, kendisini Erzurum’da Edebiyat Fakültesi’nde hoca iken tanıdığım ve sevgi-saygı duyduğum merhum “Orhan Okay Kitabı” (Hazırlayan: Ezel Erverdi).
Bu kitaptan Prof. Dr. Muzaffer Civelek’in “İyiye ve San’ata Söz Vermiş İnsan” başlıklı yazısından yapacağım bazı alıntılamalar bu yazıyı oluşturacak.
“Eğer ahlâki olgunluk denen iç güzellik, hayata ve onun güzelliklerine sırt çevirerek elde edilebiliyorsa insanın gönlünün bulanmaması mümkün müdür? Belki dinî kültürümüze ait bir eksiklik, belki yanlış anlama, bilgisizlik veya idraksizlik hangi sebeple olursa olsun güzelliğin, sanatın, iyiliğin ve hayrın parçalanmasına gönlümüz razı olmaz. Kavramlar ve hakikatler azıcık da olsa bir kere yerinden kayınca şu saçma soru bile saçma olmaktan çıkar: “Bir mor menekşe mi güzeldir, yoksa eavranışınrdemli bir davranış mı? Hangisini tercih edersin?” Niçin birinden birine yönelmek lâzrrım gelirmiş? Namusla yaşanan bir hayatın, bir davranışın bedeli fazileti, sıkıntıları ve acıları varsa, bir kelebek kanadı gibi dokunsan dökülüverecek hissini uyandıran menekşenin yapraklarını soğuk bir geceden koruyarak, dipdiri, güne eriştirmesinin bir bedeli, sıkıntıları ve acıları yok mudur? Güzel ahlâkın bir bereketi, bir yayılma gücü varsa, aynı güç ve bereket bir bulutta da vardır. Çok şükür ki yeryüzündeki görevlerimiz arasında ahlâkî kemâlât ile yaradılıştaki kemâlât arasında bir seçim yapmak mecburiyeti bulunmamaktadır. Hattâ iki güzel âlem arasında söze inen hoş köprüler de kurulmuştur. Toprak tevazu sahibidir, su azizdir, güneş âdildir.
Sözü döndürüp dolaştırdıktan sonra, bu noktada, Orhan Okay’ı, gelip geçen o güzel kafiledeki insanlardan biri olarak dünyayı tüketmeyen, ağırlığıyla bunaltmayan, ona hep iyi bir tad veren, hayatın yüzünde bir tebessüm gibi dolaşan tabiî bir şeye benzetecektim. Böylece bir buluttan, bir ışıktan, bir çiçekten yayılan güzellikle sakin ve dürüst bir hayattan yayılan güzelliğin birbirinin rakibi değil, birlik içinde gönüldaş olduklarına işaret edecektim. Yardımıma Mevlânâ’dan alındığı belirtilen şu satırlar yetişti:
“İyi insanların şarkıları tâ yukarlardan aşağılara güneşin ışıkları gibi iniyor. İyi insanlar yağmur demiyor, kar demiyor, ortalık kış kıyamet, kolları sıvamışlar, taze yaz meyveleri yetiştiriyorlar …”
Orhan Okay’ın elimdeki en eski yazısı arkasında 70 kuruş yazan 40 yıl öncesine ait bir kitapçıkta “Sanat ve hayat” başlığını taşıyor. Bu makale (aslında seminer metni) ile en yeni makalesi arasında ciddi kırıklıklar bulmak zor. Kendi kendime diyorum ki “Orhan ağabey o zaman ne kadar yaşlı ise şimdi de o kadar yaşlı; o zaman ne kadar genç ise şimdi de o kadar genç!” Yazılarında öteden beri müşahede ettiğim, çabuk olgunlaşan ve hep öyle kalan insanlara has “zamana tâbi olmama” hâli yanında bir başka vasıf dağlanmış harflerle gözümün önüne geliyor: “Hakşinaslık” Onun eserlerinde zerre kadar tarafgirlik, şişirme veya haksız yerme göremezsiniz. Gerçekten iyi insanlar güneş ışığı gibi, ne yaşlılar, ne de genç. Ne kadar da âdiller! İlimleri de öyle. Herkesi, her mevzuu, her düşünceyi aynı adaletle kucaklıyorlar. Her halde öğrencileri ve genç meslektaşları onun bu hakşinas kalbinden ve tavrından ve de incitmeyen üslûbundan çok şey almışlardır.
Orhan Okay’la birlikte geçirilen zamanda kendinizi bırakacağınız bir şey, hakiki dindarlarda görülen bir iyimserliğin havayı doldurduğunu, sirayet ettiğini hissedersiniz. Gerçekten birçok kişi ondan yayılan huzurdan bahsediyor. Onun bize bir armağan gibi sunduğu huzur, herhalde kendisi ile barışık olmasından kaynaklanmaktadır. Bilirsiniz ki, o aldatmaz, samimiyetsizlik yapmaz, emin olmadığı konularda cedelleşmez, geri durmasını bilir, ama kanaatlerini söylemekten de çekinmez. (…) Bu sağlam kişilik, Erzurum’da yıllarca, öğretim elemanlarından para toplayıp muhtaç öğrencilere burs verilmesinde gösterdiği öncü gayretlerin arkasında olmuştur. İnsanlara duyulan güven ve hürmet, böyle sevaplı işlerde onlara gerekli olan nüfuzu iyi ki sağlıyor.
(…) Bana göre, amatörce edinmiş de olsam, Orhan Okay’ın mesleki bakımdan temayüz eden tarafı bazılarında görüp yavan bulduğumuz, tabir caizse, edebiyat mühendisliğinin üstünde kalmasıdır. Bu bakımdan kitap ve makalelerinin hiçbirinde ‘ham‘ bir şey bulamazsınız.
Onun hayattan kitaplara, kitaplardan hayata geçerken gösterdiği rahatlık, bir mekiğin hareketi gibi sanatla hayat arasındaki gidiş ve gelişlerde dokuduğu kumaş, yaşama felsefesi eminim birçoklarımız için imrendirici olmuştur. Bu felsefe iyiye söz vermiş insanlara mahsus bir inatçılıkla zamanın akıntılarına râm olmayan dindarâne, sade, yaşadığı şehre ve tabiata merak ve sevgiyle bakan, bütün estetik ve insanî değerleriyle dünyaya dost bir felsefedir. (…) Kitapla hayat arasında Orhan Okay birdenbire “Takvimdeki Deniz”den çıkarak Sinan’ın türbesinde görünür. (…) Bu vefakâr, hatırşinas, kıymetbilir vesile ile sevgili ağabeyim Orhan Okay’a ve ailesine sağlıklar ve saadetler diliyorum.”
No Comments