Bir ‘medeniyet’ tanımı:”İnsan, toprak ve zaman”dan oluşan bir bütün.” (Malik bin Nebi)
Bin Nebi, dünyevîleşmeden dünyada var olmayı, maddî-haricî şartları yok saymadan özne olarak kalabilmeyi ve insan ile toprak ve zaman arasındaki girift ilişkiyi dikkate alarak bir medeniyet tahlili yapmayı amaçlar. İnsan, toprak ve zaman medeniyetin üç ham malzemesidir. Tek başına hiçbirinin medeniyet üretmesi mümkün değildir. Ancak bu üçü anlamlı bir metafizik-ahlâkî çerçevede bir araya geldiğinde ve uygun şartlar oluştuğunda medeniyet adını verdiğimiz büyük yapıyı oluşturur. Din, bu unsurları tutarlı ve üretken bir şekilde bir araya getiren ‘katalizör‘ rolündedir. Medeniyetlerin iç tutarlılığını ve hayatiyetini sağlayan, dinlerin yerine getirdiği itici güçtür.
Bin Nebi, medeniyetlerin inşasında insanı merkez aktör ve özne olarak görür. Bu yüzden insanın toprak ve zamanı kullanarak nasıl medeniyet değerleri ürettiği sorusunun derinlemesine tahlil edilmesi gerektiğini söyler. Yapısalcı ve materyalist düşünce ekollerinin tersine maddî yahut coğrafî şartlar, insanın özne/fail olma vasfını (agency) ortadan kaldırmaz. Tersine, doğru kullanıldığı zaman bu unsurlar özne/aktör olma rolünü perçinler. Önemli olan yapı ile özne, sistem ile eylem arasındaki dengeyi doğru kurabilmektir. Fakat bu tahlilin arkasında aynı zamanda siyasî bir mesaj da yatmaktadır: Kadim ve büyük medeniyetini kaybetmiş olan İslâm dünyası yeni bir medeniyet hamlesiyle ayağa kalkacaksa, bunu toprak ve zamanı değil, öncelikle insanı ıslah ederek başarabilir. Toplumu ve medeniyeti inşa eden ve taşıyan insan, herhangi bir varlık değildir. O, belirli bir istikâmete (yani medeniyet hareketine) yönelmiş ve zaruri ihtiyaçlarının ötesine geçebilmiş idrak sahibi bireyi ifade eder. Medeniyeti ancak bu bilince sahip bireylerin oluşturduğu bir toplum inşa edebilir. Bir İslâm medeniyet hareketi, ancak bu idrake ve donanıma sahip bireylerin yetiştirilmesi ile mümkün olacaktır. (dipnot: Bkz. Malik bin Nebi, Şurûtu’n-nahda, s. 45. vd.)
(…) Medeniyetler tarihinin karmaşık yapısına dikkat çeken Toynbee, farklı medeniyetlerin üstünde bir medeniyet idealinin bulunduğuna inanır. Ona göre, ‘Medeniyetler gelip geçmiş ama Medeniyet (büyük M ile) var olmaya devam etmiştir. (dipnot: Arnold Toynbee, Civilization on Trial (New York: Oxford University Press, 1948),s.24.)
İnsanlık tarihinin son iki yüzyılına bakarak medeniyetler arasındaki farkların giderek azalmakta olduğunu ve bunun bizi tek bir medeniyet tecrübesine doğru sürüklemekte olduğunu söyleyenler bulunmaktadır. Bu bize, tek eksenli bir medeniyet tecrübesinin küresel nitelik kazandığını gösterir. Bir şeyin küresel yaygınlık kazanmış olması, onun evrensel bir değer ifade ettiği anlamına gelmez. (…) Tarih boyunca farklı medeniyetler hep var olmuştur. (…)
Bu noktada ne sadece tek bir medeniyetin olduğunu ne de farklı medeniyetlerin gettolarda yaşadığını söylemek doğru olur. Tarihin hiçbir döneminde bütün arza / küreye hükmeden tek bir medeniyet olmamıştır. (…) Medeniyet ile medeniyetler arasında keskin ve kategorik duvarlar örmek, medeniyetler tarihini eksik okumak olur. Bu noktaya dikkat çeken Nasr, İslâm medeniyetinin kendi özgün karakterini ancak bu şekilde muhafaza edebileceğini ve modern medeniyetle daha doğru ve yapıcı bir ilişki geliştirebileceğini söyler. (dipnot: Seyyed Hossein Nasr, ‘Reflections on Man and the Future of Civilization‘, Islamic Studies, 32:3 (1993), s. 259.)
Tarih boyunca farklı medeniyetlerin kendi özel karakterlerini korurken başka kültür ve medeniyetlerle etkileşim içinde oldukları gerçeğini not etmekte fayda var. Kadim Çin, Hint ve Yunan-Roma medeniyetleri, Hıristiyan Ortaçağları ve İslam medeniyeti bu tarihî zenginliğin ilk akla gelen örnekleridir. (…) Çin ve Hint medeniyetleri genelde daha ‘tektonik‘ ve içe kapalı bir nitelik arz ederken, Batı ve İslâm medeniyetleri daha açık ve etkileşimci bir yaklaşıma sahip olmuştur. Bu tarihî farklılaşmada, İslâm ve Batı medeniyetlerinin aynı anda evrensellik iddiasında bulunan iki medeniyet olduğu gerçeği de önemli bir rol oynamıştır. (…) Bugün ise daha karmaşık bir tabloyla karşı karşıyayız. Bir tarafta farklı medeniyetlerin varlık ve tasavvur iddialarının kıyasıya bir mücadele içinde olduğunu gözlemliyoruz. Küreselleşmenin ve tüketim kültürünün tek-tipleştirici etkisine rağmen İslâm, Batı, Hint, Çin medeniyetleri ve diğer büyük kültür gelenekleri, hakikat iddialarından vazgeçmiş değiller. Mensuplarına bir kimlik ve aidiyet sunmaya devam ediyorlar. (…) Paradoksal bir şekilde küreselleşme, geleneğin yeniden keşfi arayışlarını güçlendiriyor. Derrida ‘Ben çoğulluğun medeniyetin özü olduğuna inanıyorum. Çoğulluk ile kastettiğim, farklılık halinin (alterity), farklılıklar ilkesinin ve farklılık haline saygı duymanın, medeniyetin ilkeleri olmasıdır. Bu yüzden tekdüze evrensel bir medeniyetin olduğunu tasavvur etmiyorum. Bu, medeniyetin tam zıddıdır.‘ der. (dipnot:Mustapha Cherif, Islam an the West: A Conversation with Jacques Derrida (Chicago: The University of Chicago Press, 2008), s.80.)
No Comments