İsmet Özel’in “Türk’ün Dili Kur’an Sözü” kitabındaki ilk yazıdan alıntılar
“Aldığımız kötü tesirleri defedebilmek için şunu bilmemiz lâzım: Bize çocukluğumuzdan beri Allah’ın öğrettiklerinin bizim Allah’tan gayrı kaynaklardan öğrendiklerimizle uyum hâlinde olmadığı ve asıl işte bugün bilimsel diye ifade edilen beyanların ve düşünme biçimlerinin değer yargılarından bağımsız olarak doğru olabileceği fikri aldığımız eğitim, gördüğümüz tahsil diye öğretildi. Yani bir şeyin sebebini îzâh ederken ‘li-hikmetin’ dersen senin îzâhâtını kabul etmiyorlar. Senden onun ayrıca yanlış bir îzâhını istiyorlar. İnsanların kolay anlayabileceği fakat yüce /aşkın (müteal) bir kaynağa müracaat etmeyen bir şey istiyorlar senden. Onun için konuştuğumuz bütün bütün meseleleri -sadece lisân meselesini değil her şeyi- ulaşılabilecek bir bilginin, daha yukarıdaki bir bilginin mümkün olduğu fikri ile konuşmamız lâzım. (…) Onun için de Türkçeye dönmemiz gerekiyor. Bize başından beri -en azından Osmanlı Devleti’nin çöküş fikrinin Osmanlı Devleti’ni idare edenler tarafından benimsendiği zamandan beri- Arapçadan, Farsçadan köpük bir Türkçe olabileceği fikri öğretildi. Böyle bir şeyle karşılaştık. Galiba önce yıkmamız gereken ön yargı bu. Şuna dikkatinizi çekerim: Arapça ve Farsça yön tayin edici olmadığı şartlarda Türkçe tekellüm edilemez. Sarf- nahiv biliniyor olması Türkçe konuşmayı mümkün kıldı. Türk dilinde aynen Arapçada olduğu gibi ‘etre-avoir’ (to be, to have) fiillerinin mevcut olmaması bunun ispatıdır. Farsçada vardır, Kürtçede vardır mesela. Ama Türkçede yok. Olmayışı gösteriyor ki biz ifade gücünü Arapçanın sınırları içinde arayıp bulmuşuz. Türkçe dediğimiz dil Arap sarf ve nahvini bilen insanların günlük hayatlarını idame ettirmek için ortaya çıkardıkları dildir. Bu dil Azericeyle, Kırgızcayla, Özbekçeyle, Türkmenceyle, Tatarcayla akraba değildir. Nasıl ki Latinceden Fransızca çıkmışsa Türkçe, Arapça gramer bilen insanların günlük hayatlarını devam ettirmek için bu topraklarda, Türkiye topraklarında ortaya çıkardıkları dildir. Yani bu, aynı zamanda telaffuzuyla, aksanıyla da birlikte doğmuş bir dildir.
Türkçe bir Müslümanın itikâdî yerini yaşayarak göstermesine yarayacak bir dil. Birçok örnek verilebilir ama hepinizin bildiği ‘kaza’ örneği öğreticidir. Biz İngilizcede ‘accident‘, Almancada ‘unfall’ denen şeye Türkçede ‘kaza’ deriz; biz Türkçe konuşan insanlar kaza geçirdiğimizi, kazaya uğradığımızı başımıza bir kaza geldiğini söyleriz. Allah dilediği için, kaderimizde bu olduğu için oldu; Arapçada “kaza” bu demektir. (…) Biz Türkçeyi sadece itikâdî pozisyonumuz dolayısıyla benimsemiş insanlarız. Bunu üretmedik, icat etmedik, itikadî pozisyonumuz sebebiyle benimsedik. (…) Tanzimattan sonra Avrupa medeniyetini ufuk olarak kabul ettiğimiz sırada bile karşı karşıya kaldığımız Avrupaî kavramlarla ünsiyet kurabilmek için -elimizde Arapçadan başka şey olmadığı için, Türkçe konuşmak üzere- Arapçadan kelimeler ortaya çıkardık. “İstiklâl” kelimesi bunlardan biri. Türkler “istiklâl” deyinceye kadar dünyada kimse istiklâl demiyordu; bu Arapça değil Türkçedir; medeniyet, cemiyet Türkçe kelimelerdir. Bütün bunlar Avrupa’da bir şeyin Türkçe nasıl nasıl söyleneceği sorusuna cevap olmak üzere ortaya çıkmıştır. “Cemiyet” yerine “toplum” dediğinizde haltetmiş olursunuz. Çünkü zaten siz onu “sosyete” kelimesinin karşılığı olarak yaptınız. Meselâ tarih kitaplarında ya da tarih sohbetlerinde çok fazla konuşulan şey: Talas Muharebesi’nden sonra Türkler Müslüman olmağa başladılar; bu süreç o zaman başladı deniyor. Hâlbuki bu sanatkârane bir endişe gütmeden de hakikate vâkıf olmak ümidiyle cümle şöyle kurulabilinir: Talas Muharebesi’nden sonra bazı Müslümanlar Türk oldu. Cümlenin doğrusu budur. Bu fantezi değildir. Türkler Müslüman olmadılar, bazı Müslümanlar Türk oldu. Türkçeye buradan geçelim! Tatarcayla, Özbekçeyle, Kırgızcayla, Türkmenceyle halledilecek bir mesele değil. Türkçe diye bir dil var ve doğrudan ve doğrudan doğruya itikadî bir dil. Biz -biraz önce söyledim- li-hikmetin bazı şeylerin îzâh edilmesini bilimsel saymıyoruz. İyi ama bize bazı gâvur araştırmacılar da şunu gösteriyorlar ki; Török olarak olsun, Türk olarak olsun, hangi telaffuzla olursa olsun Türk kelimesinin dile gelişi Resûlullah Sallallâhü Aleyhi Vesellem’in doğduğu milâdî VI. asrın ikinci yarısına denk geliyor. (…) “
No Comments