Üzeyrî Kelime’de içkin olan “Kaderî Hikmet” hakkında bilgi

 

Bil ki, ‘kazâ’ Allah’ın eşyâda (şeylerde) hükmüdür. Ve Allah’ın eşyâda hükmü, Allah’ın eşyâya ve eşyâda olan ilminin tanımı üzeredir. Ve Allah’ın şeylerde olan ilmi de, bilinenler nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o bilinenlerin Hakk’a verdikleri şeyin tanımı üzeredir (1).

Ve ‘kader‘, şeylerin ‘ayn’ında (hakikatinde) ve nefsinde sâbit olduğu şey üzerine, hükmün fazlalık olmaksızın tevkîtidir (vakitlendirilmesidir) (2).

Yani ‘kader’, ilâhî ilimde şeylerin ‘ayn’ı gereğince verdiği hükmü ve hâlleri, belirli vakitte ve mukadder zamanda icrâ edip ızhâr eylemektir. Bundan dolayı kader bilinen hakikatlerden her birisinin hükümleri ve hâllerini belirli sebep ile belirli vakitte tayin eder; ve o hükümler ve hâller o vakitten aslâ ileri, geri gitmez. Bu sûretle kader, kazânın ayrıntısı olur. Ve ‘kazâ’, ilâhî ilim-ezelî zâtda bilinen şeyler üzerine ne şey hükmetmiş ise, / kader o şeyi fazla ve noksan olmayarak zamanlarına göre takdîr eder. Şu halde ilâhî kazâ şeyler üzerine ancak şeyler ile hükm etti. (3)

Yani şeyler ilâhî ilimde sâbitliği hâlinde kendi nefislerinde “ayn”larının hâllerinden ne şey üzere sâbit olmuşlarsa, ilâhî kazâ da o şeyler üzerine onların aynlarının verdiği hâller ve hükümler ile hükmeder. Dolayısıyla Hak Teâlâ hiçbir ferd üzerine, hariçten bir şey ile hükmetmez. Ancak o ferdlerin her birisi, zâtî istidâdı hasebiyle Hakk’a bir hüküm verir. Ve Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk’ın üzerine hükm eyler.

Ve bu kader sırrı hakikatidir. Buna ulaşma, müşâhid olduğu halde,kalbi olan ve dinleyen kimseye özgüdür. (4).

Yani “kazâ”nın şeyler üzerine, yine şeyler ile hükmetmesi keyfiyeti, halâyık üzerine hâkim olan kader sırrı hakikatidir; ve bunu öğrenme, ancak mazharlarda Hakk’ın nurlarını müşahede edici olduğu halde, hissî ve aklî mazharlarda Hak ile değişen kalbe mâlik bulunan ve îman nûruyla işiten kimseye mahsûstur. Bu vasıfları hâiz olmayan, kader sırrına muttali olamaz.

İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sâbittir. (5).

Ceza gününde bu hüccet-i bâliğanın sübût sûreti, âtideki suâl ve cevaptan anlaşılır. Cenâb-ı Zü’l- Celâl hazretleri: Ey kâfir, âsî ve câhil kullarım! Ameliniz hasebiyle sizin hakkınızda düzenlediğim cezâyı çekiniz!

Ehl-i ikâb: Yâ Rab! Küfrü, isyânı ve cehli, ezelde sen bizim üzerimize takdir ettin. Senin takdirin ile bizden sâdır olan amellerden dolayı şimdi bizi muâheze etmen ve tâkatımızın dışında olan şeyi bizden taleb etmen hakkımızda zulüm olmaz mı?

Cenâb-ı İzzet: Benim kazâ ve takdîrim ilmime tâbidir; ve ilmim de bilinen isti’dâd-ı ma’lûmunuza tâbidir. Dolayısıyla siz ezelde bana dediniz ki: “Bizim mahsûs isti’dâdımız budur; biz senden bu istidâdımıza göre hükm isteriz.”Ben de öylece hükmettim ve zâtınızda saklı olan şey üzerine varlık ifâza edip, o şeyi îcâd ve ızhâr eyledim. Bundan dolayı sizden sâdır olan küfür, isyân ve cehil, ancak sizin zâtınızda potansiyel olarak var olan şeydir. Ben yalnız varlık ifâza edip, onları îcâd ve ızhâr ettim. Şu hâlde ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Ve sizin talebinizin dışında size birşey vermedim. (…) ( Fusûsu’l Hikem Tercüme Ve Şerhi-III / XIV “Kelime-i Üzeyriyye’de Mündemic olan”Hikmet-i Kaderiyye” Beyânındadır” başlıklı, s. 81-82-83′ den alıntılar)

No Comments

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked