HAMİD ALGAR’IN NAKŞİBENDÎLİKkitabının “Câmî ve Tasavvuf” bahsinden alıntılar
Prof. Dr. HAMİD ALGAR’ın bu eserinin (insan yayınları: 462, irfan ve tasavvuf dizisi: 63, birinci baskı: 2007, genişletilmiş üçüncü baskı (dijital) : 2012 ; (Çevirenler: Cüneyd KÖKSAL, Ethem CEBECİOĞLU, İsmail TAŞPINAR, Kemal KAHRAMAN, Nebi MEHDİYEV, Nurullah KOLTAŞ, Zeynep ÖZBEK ) CÂMÎ VE TASAVVUF (s. 171-185) bölümünden yapacağım alıntılamalar oluşturacak bu yazıyı.
“Câmî’nin sûfî, âlim, şâir, idarecilerin dostu gibi şahsiyetinin birtakım özellikleri arasında ilk akla gelebilecek olan, muhakkak ki birincisidir. Bunu, Câmî’nin kendi tutumunun yanı sıra en yakın şakirtlerinden (talebelerinden) birisi olan Abdülğafûr Lârî’nin görüşleri de desteklemektedir. Câmî’nin ilmî ve edebî faaliyetleri, Lârî’nin sözlerine göre, Naşibendîliğin gerekleri doğrultusunda manevî yetkinliğinin gizliliğini temin eden unsurlar konumundaydı. (dipnot:Lârî, s.3,9; Bâharzî, s. 125) Câmî’nin Herat ya da başka yerlerde idarecilerle yakınlığına gelince, bunlar genellikle, tıpkı Nakşibendîliğin önemli isimlerinden olan arkadaşı Hâce Ubeydullah Ahrâr (v. 1490)’ ın yaptığı gibi, dertlerine çare arayan veya af dileyen kimseler adına kurulan ilişkilerdi. Fakat aynı zamanda Câmî’nin kudret sahiplerinin verdiği değerli hediyeleri geri çevirmediğini de kaydetmek gerekir. (…) Câmî’nin Nakşibendîliğe bağlılığı, iki kuşaktan Bahâeddîn Nakşbend silsilesine bağlanmış olan Sâdeddîn Kaşgarî (v. 1456)’ye intisâb etmesiyle ortaya çıktı. Bir rüyasında Allah’tan başka herkesin dostluğundan vazgeçmenin mümkün olduğunu ve bundan dolayı yalnızca O’na teveccüh etmesini söyleyen Kaşgarî’yi gördü. Bunun üzerine alelacele Herat’a dönerek kayıtsız şartsız bir şekilde kendisini Kaşgarî’nin yoluna adadı. Bu, Kaşgarî’nin de uzun zamandır arzu ettiği bir şeydi. O, Herat’taki Cuma mescidi’nde her namazdan önce ve sonra müritlerine ders verirmiş ve ne zaman Câmî yanlarından geçerse şöyle dermiş: “O, çok kabiliyetli bir gençtir; beni kendisine hayran bıraktı, fakat onu nasıl yakalayacağımı bilemiyorum.” Câmî’nin dönüşünden sonra ise memnuniyetini şöyle dile getirdiği anlatılır: “Sonunda doğan tuzağa düştü, Allah bu gençle tekrar buluşmayı nasib etti”. (dipnot:Kâşifî, I , s. 239-240) Bu iki şahsiyet arasındaki muhabbet, Câmî’nin, bir süre Kaşgarî’nin torunlarından birisiyle evlenmesiyle daha da pekişmiştir.
Fakat bu dönüşten hemen sonra Câmî, toplumsal ilişkilerini bütünüyle bir tarafa bırakıp geçici olarak inzivâya çekilmiştir. Şöyle ki; halvetten ilk çıktığı zaman muâşeret âdâbını unutmuştu. Bu inzivânın amacı, toplumdan tamamen uzaklaşmak değil, yalnızca belirli bir süre için nefsi dünyadan arındırmaktı. Nakşibendîliğin “halvet der encümen’ (halk içinde yalnızlık) ilkesi doğrultusunda hareket eden Câmî, çok geçmeden yeniden Herat ve dışındaki toplumsal, entelektüel ve hattâ siyasî faaliyetlerine başladı. Nitekim halveti tercih ettiğini ifade ederken, dindarlık bahanesiyle kendisini çevresinden soyutlayanlara ilişkin sıkça yerici ifadeler kullanmıştır. (dipnot: Bâharzî, s. 226) Câmî’nin tasavvufî ilgisi, daha genç yaşlarında Herat ve Semerkand’ta ne kadar hünerli olduğunu gösterdiği resmî ilimlerle uğraşmasını inkıtaa uğratmadığı gibi, alışılmışın dışındaki ilmî nâiliyetlerine eşlik eden tekebbür duygusundan da kendisini tam anlamıyla âzâd etmemiş gibi görünmektedir. Bunu bir çelişki olarak görmemek gerekir; zira çoğu kimse, Kâşifî’nin de belirttiği gibi, Hâcegân (Nakşibendî şeyhleri ve bunların Maveraünnehr’deki yakın selefleri)’nin yolunda yürümenin aklî ve ilmî yetileri pekiştirdiğine inanıyordu. (dipnot: Kâşifî, I, s.237; fakat, Câmî’nin Herat’taki erken dönem hocalarından birisi olan Şehâbeddîn Muhammed Câcermî, onun Kaşgarî’ye intisâb etmesinden dolayı duyduğu memnuniyetsizliğini dile getirmekten çekinmemiştir; (Kâşifî, I, s. 240). Câmî’nin keşif ve kerâmetlerle ilgili çekinceleri de yine Nakşibendîliğin mahiyetine uygun bir tutumdu; bu anlamda, ona göre, dikkate alınması gereken tek kerâmet, mübarek bir bir kulunun refakatinde Allah’ın yakınlığını yoğun olarak hissetme (cezbe) durumudur. (dipnot: Kâşifî,I, s. 240) Ne var ki bir hususta Câmî’nin Nakşibendî normlarının dışına çıktığı da görülmektedir. Şöyle ki; tarikatın meydana çıkışından bu yana uygulanan hafî (sessiz) zikrin tek doğru usûl olduğunu savunmadı. Ayrıca, ancak cehrî (sesli) zikre mahsus bazı faydalar varmış; çünkü hayâl etme (mütehayyile), konuşma, duyma ve ardından yine hayâl etme şeklindeki birtakım döngüsel nitelikleri kapsadığını fark etmiş ve sesli zikrin riyakârlığa sebep olabileceğine yönelik şüpheleri reddetmiştir. (dipnot: Kâşifî, I, s. 266) Câmî’nin Nakşibendî normlarıyla uyuşmadığı bir diğer husus, özellikle de Yûsuf ve Züleyhâ adlı mesnevisini yazarken müzik ve nağme eşliğinde yapılan sema’ âyinine olan şahsî ilgi ve hoşgörüsüydü (Lârî, s. 7)
Câmî’nin tasavvuf tecrübesi açısından aynı derecede önem arz eden bir başka olay, özellikle de Kaşgarî’nin 1456 yılında vefatından sonra, Semerkand’da oturan ve burada Timurîler hânedânının yönetiminde hatırı sayılır bir etkisi bulunan, daha önce ismi zikredilen Nakşibendî şeyhi Hâce Ubeydullah Ahrâr’la ilişki kurmasıdır. Ahrâr, Câmî’den on iki yaş kadar büyüktü; fakat aralarındaki karşılıklı iltifatlara bakılırsa, bu iki şahsiyetin birbirini eşit bildikleri söylenebilir. Câmî, Ahrâr’ın Nakşibendî yorumundaki ilkelerînin yorumundaki maharetinden övgüyle bahsettiği gibi Tuhfetü’l-Ahrâr adlı mesnevisini de bu zâta ithâf etmiş ve vefâtından sonra bir mersiye kaleme almıştır. Ahrâr’a gelince, o da tarîkata yeni girenleri Câmî’den ders almağa teşvik edermiş. (dipnot: Kâşifî, I, s. 251) Bu ikili ilk defa, Ahrâr’ın, şeriata uygun olmayan tamga vergisinin yürürlükten kaldırılması talebini Sultan Ebû Sa’îd’e iletmek üzere Herat’a geldiğinde görüştüler. (dipnot: Bâharzî, s.116) Daha önemli ve uzun süreli bir görüşme ise, bundan beş yıl sonra Câmî’nin bilhassa Ahrâr’ı ziyaret için gittiği Semerkand’da gerçekleşti. Neredeyse altı ay kadar her günü harâretli ilmî sohbetlerle geçirdiler. Bundan iki yıl sonra, bu sefer Merv’de buluştular. Sultan Ebû Sa’îd’in davetlisi olarak Merv’de bulunan Ahrâr, Câmî’nin de kendilerine katılmasını istemiştir. (dipnot: Bâharzî, s. 142-143) Dördüncü buluşmaları 1479’da gerçekleşti. Ahrâr, Ebû Sa’îd’in birbiriyle savaşan oğullarının arasını bulmak üzere Semerkand dışındaydı ve bu ikili ancak Şâş (Taşkent)’ ta kimse tarafından rahatsız edilmeden biraraya gelme imkânına kavuştular. Zamanlarının çoğunu karşılıklı ve manâlı sükût içerisinde geçirseler de, burada Ahrâr, İbn Arabî’nin Fütûhât’ının bazı zor kısımlarını anlaması husûsunda Câmî’ye yardımcı oldu. (dipnot: Kâşifî, I, s.249-250)
Câmî, Nakşibendîliğin temel ilkelerini Ser-rişte-yi Tarîk-i Hâcegân (Üstadların Yolunun İpucu) adlı küçük bir risalesinde yorumlamıştır.
Bu eserinde üstadların yolunun esas gayesinin “daima Allah’ın huzurunda bulunmak” (devâm-ı huzûr ma’a’l-Hak) olduğunu ileri sürer; bu hâlin kul tarafından bütünüyle özümsenmesi müşahede, yani “her şeyde ilahî tecelliye tanıklık etme hâline yol açar. Bu gayeyi gerçekleştirmenin üç aşaması vardır: zikri icra edenin en yakınındaki bir kimsenin bile bundan habersiz olmayacağı sürekli ve sessiz zikir; icra edilen zikrin sonucunda ilâhî huzurun bir mekânına dönüşen kalbe teveccüh; ve manevî rehberle daimî beraberlik anlamına gelen râbıta. (…)”
No Comments